
Yola düşmek günümüzde artık herkesin (yakın tarihe kadar) yaptığı ya da kolaylıkla yapabileceği bir şey. Yolculuk yapmak hem çok kolaylaştı hem de yaygınlaştı. Ama bu elbette her zaman böyle değildi ve zamanla bu hale geldi. Bu yüzden günümüzde yolculuk yapan herkesin bildiği bazı standart bilgiler de eskiden bu kadar bilinmiyordu, hem de 1980’lerde ilk defa yurt dışına çıkacak bir Türk için!
1 Ekim 1986 tarihinin bende özel bir yeri var. Benim için bir dizi “ilk”lerin bir araya geldiği bir gün 1 Ekim 1986. O gün ilk defa uçağa bindim. O gün ilk defa yurt dışına yolculuk yaptım. O gün ilk defa bir metro trenine bindim, ilk defa beş yıldızlı bir otelde kaldım.
Ülkemizin en köklü sanat kurumu olan Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın (CSO) Sovyetler Birliği’ne yaptığı on beş günlük turne için o gün yola çıktık. Türk Hava Yolları’nın sadece bizi taşımak üzere ayırdığı uçağımız sabahleyin Esenboğa Havaalanı’ndan havalandı. Varış noktamız Moskova’ydı.
Cam kenarında oturuyordum. Burnum cama yapışmış biraz şaşkınlık ve biraz da korku ile karışık yeryüzünü seyrettiğim için benimle aynı sırada oturan Gürer Aykal, Suna Kan ve Saim Akçıl’la konuştuğumu bile hatırlamıyorum. Kanatların sallantısını gördükçe uçağın bir kuş gibi kanat çırparak gidiyor olabileceğini de düşünmemek elde değil. Tavsiyeleri dinleyip kahvaltıda getirilen yumurtayı yemedim. Karadeniz’in peşinden Ekim ayı ile birlikte koyu turuncu bir renge bürünmüş olan ve on bin metre yükseklikten kadife bir kumaş gibi görünen uçsuz bucaksız kayın ormanlarının üzerinden üç saat içinde Moskova Şeremetyevo Havaalanı’na indik. Saat 12.10. Notlarıma göre:
“Uçmak harika bir şey! Hele inmeden önce uçağın bizim tarafa doğru yattığı sırada gördüğüm manzarayı hayatım boyunca unutamayacağım”.
Ama görüyorum ki aradan geçen yıllar bu manzarayı kafamın derinliklerine atmış ya da yüzlerce başka uçuştan enstantanelerle harmanlamış. Şimdiki gibi akıllı telefon falan yok, hatta cep telefonu diye bir şey bile duymamışız henüz. Elimdeki Sovyet yapımı fotoğraf makinesindeki sayılı film kareleri de iki haftalık turnenin özel anlarına rezerve edilmiş durumda.
Sovyetler Birliği’ne 110 kişilik bir kafile ve düzinelerle çalgı ile giriş yapmak devlet davetlisi olmamıza rağmen kolay olmayacaktı. Pasaporttan geçerken genç, ifadesiz yüzlü pasaport görevlisinin bir pasaportuma bir suratıma bakarak “Macar mısın?”, “Polonyalı mısın?” diye sorarcasına “Magyar?”, “Polski?” gibi tek kelimelik sorular sorduğunu benim de her defasında aynı cinslikle “Türk!” diye cevap verdiğimi iyi hatırlıyorum. Öyle ya, elinde koskoca T.C. yazan benim ilk pasaportum olan gri pasaport yok muydu?
Pasaport kontrolünden sonra gümrük işleri çok daha zorlu olacaktı. Geçmişte çok değerli çalgılar ülkeye sokulan ucuz çalgıların yerinde yurt dışına kaçırıldığı için şimdi ülkeye sokulan her çalgının yapımcısı, yapım yılı ve o çalgıyı bireysel olarak kimlik tespiti yapılmasına yarayacak renk, çizik, çatlak gibi belirleyici bilgiler de tek tek not ediliyordu. Bizimkiler gibi küçük çalgıların işlemleri birkaç saat içinde tamamlandı ama orkestranın gümrükten çıkması on saati aşkın sürdü.
Bizler, orkestra ile birlikte turneye katılan 10-12 sahne görevlimizi yolculuğun başından itibaren yanımıza tercüman, mihmandar (ve muhtemelen de gözetmen!) olarak verilen ve Türkçe konuşan bir o kadar da rehberin bazılarını havaalanında gümrük işlemlerini tamamlamak için bırakıp Moskova içindeki ilk yolculuğumuza başladık. Her şey çok büyüktü burada. Dev gibi yüksek ve geniş binalar, otoyol boyutlarında caddeler, sonu görünmeyen parklar ve kocaman anıtlar arasından otelimize vardığımızda hava artık kararmaya başlamıştı.
Önünde indiğimizde metalik dış kaplamasından ve her yerde yanan ışıklardan dolayı pırıl pırıl parlayan 25 katlı ve yarım daire şeklindeki bu devasa yapı yol boyunca gördüğümüz büyük yapılar arasında muhtemelen en yeni ve modern görünüşlü olanıydı. Otelimiz 1980 Yaz Olimpiyatları için inşa edilmiş olan Kosmos Otel’di. Turneden altı ay önce turneye tek tek kimlerin katılacağı Sovyet devletine bildirilmiş, haftalar önce de kimlerin oda paylaşacağı netleşmişti. Böyle kurumsal gruplarda kıdem ve yaşla bağlantılı olarak hiyerarşik bir düzen vardır. Yani biz gençlere sıra gelmesine biraz zaman vardı. Bu arada söylemeyi unuttum: 110 kişilik bu kafilenin en genci bendim. Yani oda numaramızı öğrenip anahtarımızı almak için daha birkaç saat beklememiz gerekecekti.
Odamız 21. katta ve ön cephedeydi. Odaya girer girmez camın önüne gidip akşam karanlığında pırıl pırıl parlayan Moskova’ya hayranlıkla bakmış, 21. kattaki benle yer arasında sadece burun buruna durduğum bir cam olduğunu fark ettiğimde de içimde derin bir sızlama olmuştu!
Otelin hemen karşısında, Mira Caddesi’nin karşı tarafında üzerinde 400’ü aşkın yapı bulunan Moskova’nın ünlü fuar alanı Vdnkh ve yakınında da Sputnik 1 uzay aracının fırlatılmasından sonra yapılan Uzayı Fethedenler Anıtı’nın titanyum kaplı gövdesi parlıyordu. Bunlardan daha da yakın bir noktada içerisine çok sayıda insanın girip çıktığı yuvarlak bir yapı daha vardı. Bende ilk bakışta bir tiyatro ya da sinema salonu izlenimi yaratmıştı.
Odada fazla oyalanmadan bir keşif gezisine çıktım. Mira caddesini geçip yuvarlak binaya geldiğimde orkestradan birkaç büyüğümün de orada olduğunu gördüm. Birlikte içeri girdik ve şaşkınlık içinde buranın bir metro istasyonu olduğunu fark ettik. Jetonlarımızı alıp (5 Kopeek) yürüyen merdivenlere geldiğimizde hepimizin ağzı açık kaldı. Merdivenlerin nerede bittiğini göremiyorduk desem? Vdnkh metro istasyonundaki yürüyen merdivenlerin 140 metre uzunluğunda olduğunu ve 55 metre derinliği ile Moskova Metrosu’nun bir dönem en derin istasyonu olduğunu ise yıllar sonra öğrenecektim.
O gece Kızıl Meydan civarında kısa bir gezi yaptıktan sonra otelimize döndük. Günün heyecanından tuvalete bile gitmeyi unutmuştum. Tertemiz odamızın tuvaletine hızla girdiğimde işte o yazı ile karşılaştım. Klozetin kapağı kapalıydı ve onu bir hediye paketi gibi saran bir kağıt bandın üzerinde İngilizce olduğunu tahmin ettiğim ama ne anlama geldiğini bilmediğim bir söz yazıyordu: Disinfected!
Bozuk tuvaletli oda bula bula bize düşmüştü. Çaresizlikle tuvaletten çıktım. Acilen tuvaleti çalışan başka bir oda bulmam gerekiyordu. Saat geç olmuştu, 1777 odalı şehir kılıklı bu otelde kimin hangi odada kaldığı hakkında bir fikrim de yoktu. Çözüm olarak ne yaptığımı anımsamıyorum. Disinfected (Türkçe okunuşuyla okuyun) kelimesi ne kadar zaman sonra kafamda tekrar ederken yavaş yavaş dezenfekte’ye dönüştü onu da hatırlamıyorum. Ama gördüğünüz gibi yola düşmek eskiden çok daha zordu, bazıları için!
Kaleminize sağlık. Büyük bir zevkle okudum.
Çok memnun oldum Mehmet Emin Bey.
Sevgilerimle,
Orhan
Aynen, hissedildiği gibi, tüm doğallığı ile yansıyan güzel bir anlatım, teşekkür ederiz
Sevgiler
Zerhan
İlginiz için çok teşekkür ederim Zerhan Hanım.
Sevgilerimle;
Orhan
Bu hikayeni unutmustum ama yeniden guldum. Bilmediklerimizin cok oldugu donemi özledim.
Selmacığım, o dönemi ben de özlüyorum, bazı bilmediklerimi de keşke bilseydim diyorum.
Selamlar,
Müzikle ilgili biri değilim ama tesadüfen mütevazı sitenizi gördüm ve bakmak istedim. Rusya ve Sovyet yapıları hayranı biri olarak yazınızı okumak istedim ve bir an olsun bile yazının bitmesini istemedim. Kaleminiz gerçekten harika. Tebrik ederim. Ayrıca hatıralarınızı bizimle paylaştığınız için de teşekkür ederim. Artık bir takipçi daha kazandınız.
Sevgilerle,
Ömer.
Değerli Ömer Bey,
Güzel sözleriniz beni çok mutlu etti. Yazımı beğenmenize de ayrıca çok sevindim.
Çok teşekkür ederim. Projemdeki tüm yazı, video ve podcast gibi çalışmalardan haberdar olmak için
bu linkteki kutucuğa bir eposta adresi koymanız yeterli. Tekrar haberleşinceye kadar en içten sevgilerimle,
Orhan