Notabüs

"Düştüm Yola" Bozcaada'da

Notabüs
Adalı olmak” diye bir kavram vardır. Adalarda yaşayan bireylerin bir şekilde anakarada yaşayan hemcinslerinden bazı farklı özellikleri olduğunu anlatır. Bunun nedenlerini kısaca irdeleyelim.  Adalar yakın tarihlere kadar mahrumiyet ve sürgün yerleriydi. Havadan ve karadan ulaşımı söz konusu olmayan birçok adaya bugün de ulaşım hava şartlarına bağlıdır. Kış mevsiminin gelmesi ile adalar anakaradan kopar, izole bir yaşam sürerler. İzole kavramı da zaten "ada" anlamına gelen Latince insula ve İtalyanca isola kelimelerinden gelmektedir. Tarihte adalar genellikle kendilerini koruyacak askeri güce de sahip olmadıkları için tarih boyunca saldırılara maruz kalmışlar. Yani bir adalının zengin olması da iyi bir şey değil zira bu zenginliği koruması da daima zor olmuş. İşte bu şartlar ada insanlarını farklı etkilemiş, onlarda değişik özelliklerin evrilmesine neden olmuştur diyebiliriz sanırım. İşte "adalılık" kavramı onların acımasız doğa şartlarına, hastalıklara ve istenmeyen konuklara karşı birbirlerine normalden daha fazla ihtiyaçları olması adalıların birbirlerine destek olma, sorunlara karşı birlikte çözüm bulma yeteneği ve isteği bu yüzden anakaralılara göre daha gelişkin olduğunu anlatıyor. İşte Notabüs böyle bir ortak çalışmanın, günümüzde gittikçe yok olan Anadolu imece geleneğinin Bozcaada'daki bir yansıması ve de daha önce hiç görülmemiş bir örneği. Bir imece çalışması olarak bu projenin birçok kahramanı ve paydaşı var. Bu paydaşların tek tek isimlerini veremezsem beni mazur görsünler lütfen.

İstiklal İlkokulu öğrencileri ile sunumum sonrası hatıra fotoğrafı

Fikrin doğuşu
Projenin fikir babası bir Bozcaadalı. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Eğitim Fakültesi Öğretim Görevlisi Muharrem Yıldız. Yıldız fikrin doğuşunu kısaca şu sözlerle anlatıyor:

Eğitim Fakültesinden arkadaşım Feryal Günal ile bir gün kantinde çay içiyorduk. Feryal öğretmen bana, Okul Öncesi Ana Bilim Dalında girdiği müzik derslerinde, öğrencilere org çalmayı öğrettiğinden ve bir dönemde başarılı sonuçlar aldığından söz etti. Ona göre eğer öğrencilerin yaşı küçük olursa bu yöntem daha da başarılı olabilirdi.

İstiklal İlkokulu bahçesindeki Notabüs. Fotoğraf: Orhan Ahıskal

Bütçe ve mekân
Bu konuşma üzerine Yıldız'ın konuyu açtığı Bozcaada Milli Eğitim Müdürü ve özellikle de İstiklal İlkokulu Müdiresi Emine Arslan bu fikri büyük bir heyecan ve mutlulukla karşılamışlar. Projeye “Herkes Müzik Aleti Çalabilir” ismi verilmiş ve bu amaçla ilkokulda bir müzik laboratuvarı kurulmasına karar verilmiş. Proje için gereken 15 bin liralık bütçe ilkokulda olmadığı için destek arayışı başlamış. Yıldız'ın görüştüğü bütün adalılar gerek maddi olarak ya da kendileri org/elektrikli piyano alarak katkıda bulunmuşlar. Toplam 16 adet elektrikli klavye alınmış. Ama bir eksik daha varmış. Adaya feribotla varırken sizi karşılayan ünlü kalenin duvarlarının hemen dışındaki tek katlı taş binanın yarısını kullanan (diğer yarısında da ortaokul var) İstiklal İlkokulunda gerekli mekân yokmuş. Çözümler düşünülürken Notabüs’ün -büs kısmı ortaya atılmış:

Belediyeye ait eski bir otobüs vardı. Bu otobüs denize atılacak ve balıklar için yapay bir resif yapılacaktı. Otobüs belediyeden istenebilir, temizlenir ve okulun bahçesine çekilip, derslik olarak kullanılabilirdi.

Notabüs, Bozcaada, 27 Nisan 2017. Fotoğraf: Orhan Ahıskal

İmece halkası genişliyor
Okul müdürü Emine öğretmen otobüsü vermeyi kabul eden belediye ile yazışarak işin resmî kısmını halletmiş ama hurda haldeki otobüsü hazırlamak da ciddi bir emek gerektiriyormuş. İmece halkası genişlemiş. Bozcaada Garnizon Komutanlığı personeli ile birlikte kaportacı ve boyacılardan oluşan bir grup gönüllü bir haftada otobüsü hurdalıktan çıkarıp öğrencilerin içine güvenle girebilecekleri temiz ve güvenli bir hale getirmişler.

Hazırlanan otobüs ilkokulun bahçesine çekildi. Elektrik tesisatı döşendi. Bu arada okulumuzun resim öğretmeni Cemil Onay öğrencileriyle birlikte, otobüsün üstüne çeşitli resimler çizerek, otobüsümüzü Notabüs haline getirdiler. Notabüs adı da bu ekip tarafından önerildi. Hepimiz bu adı çok sevdik.

Notabüs haberini yayın organlarından duyanlardan Samet Yalçın İstanbul’dan kendisi taşıdığı bir bateriyi ve Boğaziçi Caz Korosu da iki adet elektrikli org bağışlamışlar.

Notabüs'ün içinde bağışlanan bateri ve orglar. Fotoğraf: Orhan Ahıskal

Özveri ile dersler
Notabüs artık İstiklal İlkokulunun bahçesinde duran bir müzik çalışma odası. Hem ilkokulun hem de ortaokulun müzik dersleri için kullanılan Notabüs’te ÇOMU Öğretim Görevlisi Feryal Günal her Cumartesi günü Çanakkale’den adaya gelerek 2 ve 3. sınıflardan bir grup öğrenci ile özveriyle ders yapıyor.

Bu müzikal çalışmanın sorumluları kültür, sanat ve sporun adalıların insani niteliklerine katkıda bulunacağına ve bu insani niteliklerin de sonuçta adanın mutlu ve huzurla yaşanan bir yer olmasının devamını sağlayacağına inanıyorlar. Amaçlarını Belediye Başkanından, Kent Konseyi Başkanına, okul müdürü ve öğretmenlerinden otelcisine, taksicisinden fırıncısına, kahvecisinden bağcısına paylaşan çok sayıda adalı bulunmasının hem mutluluğunu hem de haklı gururunu yaşıyorlar.

"Düştüm Yola" projem çerçevesinde haberim olan Notabüs. 27 Nisan 2017

Sanata ve kültüre yapılan yatırımlar çok uzun süreli yatırımlardır. Bunların geri dönüşleri ve ürünleri ancak çok yıllar sonra ortaya çıkar, görünür hale gelir. Kim bilir belki bir gün Bozcaadalı piyanistlerin ve müzisyenlerin de başarı haberlerini okuruz, Bozcaada'daki konser etkinliklerini duyarız, Notabüs kılığına girmiş hurda bir otobüsü hayal eden ve somut olarak ortaya koyan Bozcaadalılar sayesinde...

Beypazarı

Beypazarı 

Ruşen Güneş'in yaşamını konu alan ve 2015 yılında Sevda Cenap And Müzik Vakfı tarafından yayımlanan "Viyola Düştü Yola" başlıklı kitabımdan alıntıdır. Kitap SCAMV'den ya da İnternet üzerinden temin edilebilir. Aşağıdaki fotoğraflar 2015 yılı Eylül ayında tarafımdan çekilmiştir.

Büyük postanenin karşısında bir yarısı büyük amcalardan birinin oturduğu iki katlı bir evde oturuyorlardı. Evin önünde yüksek duvarlarla çevrili bir bahçe vardı. Bahçenin ara sokaktaki duvarını geçer geçmez evin kapısına geliniyordu.

Postanenin karşısındaki 2 numaralı ev, Beypazarı. Fotoğraf: Orhan Ahıskal

Kapı numarası 2 idi. Kapıdan girince dik ve dar bir merdivenden oturma katına çıkılıyordu. Varılan sundurmanın iki ucunda iki oda vardı. 1937 yılında bağevinde doğan Ayşen’den sonra şimdi de ikinci çocuklarını bekliyorlardı. Acaba kız mı yoksa erkek mi olacaktı. Her ne olursa olsun sağlıklı olsun yeterdi. Ama için için oğlan istiyordu. Çok özenmiş merdivenin karşısındaki geniş odayı bir bebek odasına çevirmişti. Perdeler işlemiş, yorganlar dikmişti. Havalar soğuk gidiyordu. Böyle soğuk bir Mart günü bebek odasının karşısında, merdivenlerin hemen çıkışındaki sobalı odada bir erkek çocuk doğurdu. Ona Ruşen adını verdiler. Özenerek hazırladığı bebek odasında lohusa oldu.

Ruşen Güneş'in doğduğu oda. Fotoğraf: Orhan Ahıskal

Lohusalığın bir haftası dolmadan Kâzım Bey yeni göreve başladığı Ankara’dan çıkageldi ve Gülşen Hanım’ı ve tabii küçük Ruşen’i toparlayıp yanında götürdü. Aile de şaşırmıştı lohusa bir kadını yollara götürdüğü için. Öyle ya yakın bir yer değil, Ankara’ya gitmek yedi saat sürüyordu otobüsle. Hele bir Ayaş Beli vardı ki dönmekten insanın içi dışına çıkardı oradan geçerken. Ama bu yolculuğun hayırlı olacağını kimse kestirememişti. Kâzım Bey’in içine mi doğmuştu ne; doğumdan daha bir hafta geçmeden şehir merkezinde büyük bir yangın çıkmış, yangın hızla postane yönünde yayılmıştı. Yangını söndürmek için birçok yerden itfaiye araçları çağrılmıştı. Her ihtimale karşı yangına yakın evler de apar topar boşaltılmış, o güzelim bebek odası da dâhil olmak üzere bütün eşyalar başka evlere taşınmıştı. Ahşabı bol evleri hızla yutan yangın onların evine üç ev kala zorlukla söndürülmüş ama yüz otuz haneyi de kül haline getirmişti.

Postanenin karşısındaki evin arka kısmı. Fotoğraf: Orhan Ahıskal

Güneş Dede ve Güneş ailesi

Kocasının ailesi orada Attarlar olarak tanınıyordu. Kimine göre attarlık yaptıkları için kimine göre de aslen Kırım Tatarı oldukları için. Güneş ismi ise yedi kuşak geriden, Güneş Dede’den geliyordu. Kırım’dan gelen de o idi. Önce Girit Adası’na, sonra İzmir’e geçmiş ve sonra nasıl olduysa yolu Beypazarı’na düşmüştü. Belki de toprakları çok bereketli olduğu için buralara gelmişti. Yerliler Güneş Dede’ye çok saygı gösterirler ve mezarı başında mum dikerlerdi. Yatır bütün vadiye hâkim muhteşem bir yerde, bir omurgaya benzer kayalıkların hemen dibinde doğaya ve zamana meydan okurcasına tek başına dururdu.

Güneş Dede'nin kayalıklardaki kabri. Fotoğraf: Orhan Ahıskal

Güneş Dede’nin özel bir yeteneği olduğunu, dokunarak ve okuyarak deri hastalıklarını iyileştirebildiğini anlatırlardı. Öldükten sonra da mezarındaki toprak sürülerek egzema, siğil ve benzeri deri hastalıkları geçirilirmiş. Kâzım Bey’in bazı kardeşlerinde de bu yeteneğin olduğunu duymuştu. Kızları Ayşen’in de yıllar sonra üç Kulhuvallah bir Elham okuyarak siğil iyileştirmeyi becereceğini söyleseler inanamazdı elbette ama işte Güneş Dede’den ailesine yadigâr bir yetenekti bu.

Beypazarı

Anadolu’nun en bereketli toprakları oradaydı. Çok eski zamanlarda İstanbul-Bağdat ticaret yolu üzerindeydi. Osmanlılar ise burayı askeri bir üs olarak kullanmış ve tımarlı sipahi birliklerini burada tutmuşlardı. Kasaba merkezi dinozor omurgasını anımsatan volkanik sivri tepelerin arasındaki düzlüklerde, vadilerde konuşlanmıştı. Bu yüzden Hititçe’ye benzer antik bir Anadolu dili olan Luwian dilinde “kaya doruğu ülkesi” anlamına gelen Lagania adını vermişlerdi oraya.

Güneş Dede'nin kayalıklardaki kabri. Fotoğraf: Orhan Ahıskal

Zeki Efendi ile Hatice Hanım bu kayalıklardan aşağıda kalan şehir merkezine yakın bir yerde postahanenin tam karşısında oturuyorlardı. Kalabalık bir aileydi onlarınkisi. Sekiz çocukları olmuştu ama Niyazi’den sonra olan ikinci çocukları Lütfiye’yi henüz on sekiz yaşında iken aniden kaybetmişlerdi. Öyle ki komşular Lütfiye’ye konduramadıkları için ölüm haberini aldıklarında kardeşlerin en küçüğü, o sırada henüz kırk günlük olan Semiha’nın öldüğünü zannetmişlerdi. Kâzım Bey’in bir küçüğü Kâmil de Amerika’ya gitmiş ve ondan yedi yıl hiç haber alınamamıştı. Sonra bir gün aniden çıkagelmiş, herkese hediyeler getirmişti.

Bağ evi

Güneşler yılın yarısını şehirdeki bu evde geçiriyorlar, havalar düzelmeye başlayınca da şehir evinden en fazla beş ya da altı yüz metre aşağıdaki geniş bahçeli bağ evine taşınıyorlardı. Yaz aylarında bütün aile burada toplanıyordu. Bu yüzden bağ evine yatak, döşek ne varsa taşımaları gerekiyordu. Akrabalar, kuzenler, çoluk çocuk herkes oraya geliyordu okullar kapanınca. Yaz tatilleri bağ evinin en zevkli ve en renkli zamanlarıydı. Sonradan çok moda olan tatilde deniz kenarına gitme merakı o yıllarda henüz çıkmamıştı.

Semiha Hala ve bağevi. Fotoğraf: Orhan Ahıskal

Bağ evi şehrin kurulu olduğu yamaçtan aşağıda kalan genişçe vadinin tam ortasındaydı. Çevresindeki tarlalar ve meyveliklerle şehrin karşısındaki çorak tepelerin yanında tam bir vaha gibi görünüyordu. İki katlı kerpiç bir evdi. Aslında üç katlı planlanmıştı ama Attarların Zeki Efendi ikinci katı yaparken yağan yoğun yağışlar sırasında kerpiç sürekli eridiği için bu katın tavanı yeterince yüksek yapılamamıştı. Onun yerine köşelere yerleştirilmiş dört odanın yer aldığı ikinci katın orta kısmının üstüne evi boylu boyunca kesen uzunlamasına bir salon konmuştu. Yaz aylarında burası evin en eğlenceli yeri olurdu. Sayısı onu aşan çocuklar burada yere serilmiş döşeklerde uyurlardı.

Güneş ailesinin bağevi. Fotoğraf: Orhan Ahıskal

Bağevinin biri ön tarafta biri de bahçe içinde iki kapısı vardı. Bahçe duvarlarının içi bambaşka bir dünyaydı. Çok sayıda meyve ağacı vardı burada; incir, ayva, elma, dut, vişne, zerdali. Kayısı yoktu ama üzümler vardı, bir tarafta kara, beri tarafta da beyaz, tadına doyulmaz üzümler. Meyvelerin bolluğundan ağaçların dalları yerlere sarkardı. Çok sulak ve verimli yerlerdi oralar. Heryerden gürül gürül sular akardı. Küçük bir sulama kanalı da evin yanından, bahçenin içinden geçiyordu. Yere kazılarak kenarları taşlarla örülmüş bu küçük kanal duvarın altından bahçeye girdikten sonra evi geçer geçmez doksan derecelik bir açı ile komşu bahçelere yönelirdi. Bahçe sulanacağı zaman suyun akışı engellenir, bahçe sulandıktan sonra da dağlardan gelen bu buz gibi su sonra başka bahçeleri de ihya ederek yoluna devam ederdi.

Eskiden gürül gürül suların aktığı kanal. Fotoğraf: Orhan Ahıskal

Tam kanalın köşe yaptığı yerde bir masa dururdu mevsiminde. Akan sudan ve üzerini örten ağaçlardan dolayı bahçenin en serin yeri burasıydı. Hem bahçenin irili ufaklı taşlardan örülü duvarına dayalı taş fırına da çok yakındı. Kapının hemen dışında kocaman bir de dut ağacı vardı. Çocuklar burayı sobe yeri yapıp saklambaç oynarlardı. Her boy çocuk vardı. Öyle ki Hatice Hanım çocukların hepsinin adını aklında tutamaz, konuşmak istediği zaman konuşmak istediği çocuğun adını sormak için omuzundan tutardı. Bu sefer de onu bir gülme tutardı sorduğu sorudan.

Güneş Ailesi'nin bağevi. Fotoğraf: Orhan Ahıskal

Ramazan’a rastlayan yaz gecelerinde teravih Zeki Efendi’nin bağevinde kılınırdı. Erkekler ve kadınlar haremlik ve selamlık olarak ayrı yerlerde, hava soğuksa içeride değilse dışarıda kılınırdı. Namazı kıldırmak için bir hafız çağrılırdı. Çocuklar namaz sırasında muziplikler yapar namaz kılanların altına yastık koyardı. Bazen de seccadeyi onların altından çekerdi. Namazdan sonra da gençler çay, kahve ikramında bulunurdu.

Güneş Ailesi'nin bağevi. Fotoğraf: Orhan Ahıskal

Hatice Hanım’ın kocası Zeki Efendi tiftik ticareti yapıyordu. Beypazarı’nda topladıkları tiftiği İstanbul’a götürüp satardı. Ama savaş yıllarında satışlar durmuş, tiftikler ellerinde kalmıştı. İçine girdikleri maddi sıkıntıdan dolayı attarlık yapmaya başlamışlardı. Kimine göre de onlara bu yüzden Attarlar diyorlardı.

Tiftik keçileri. Fotoğraf: internet

Bahçenin derme çatma duvarına bitişik derme çatma küçük bir odacık vardı. İneklerden sağılan süt iki gün burada biriktirilir, bozulmasını önlemek için de sabah ve akşam iki kere kaynatılırdı. Daha buzdolabı gelmemişti buralara. Kaynayan sütün üzerinde kalın bir kaymak tabakası oluşurdu. Çocuklar bu kaymağı ekmeğe sürüp üstüne reçel koyarak yemeye bayılırlardı. Sütün kaynatıldığı yerin yanında bir de taş fırın vardı. Gözleme, ekmek ve Beypazarı’nın ünlü kurusu bu fırında da yapılırdı. İnekten sağılan taze süt, tereyağ ve unla tahta bir teknede karıştırılır mayası eklenirdi. Fırına verilen hamurdan gelen mis gibi kokular etrafa yayılmaya başladı mı mahallenin bütün çocukları kapıya toplanırdı.

Bahçedeki fırın. Fotoğraf: Orhan Ahıskal

Burada iki tane besilik hayvan beslenirdi. Hayvanlar evin arka duvarına takılmış iki halkaya bağlanırdı. Havalar soğuyuncaya kadar beklenir sonra bu hayvanlar kesilip, kışın tüketmek üzere sucuk ve kıyma yapılırdı.

İneklerin bağlandığı halkalar. Fotoğraf: Orhan Ahıskal

Bunlar sıcakta yapılmadığı için şehirdeki eve taşınmak Kasım ayını bulurdu. Taşınılan yer uzak değildi ama taşınmak kolay da olmuyordu. Ama Kâzım Bey’le Gülşen Hanım çocukların eğitimini düşünerek artık Ankara’da oturdukları için buralara ancak okullar kapandıktan sonra gelebiliyorlardı. Çocuklar bağevinde geçirdikleri bu zamanları yıllar sonra çocukluğun getirdiği hayallerle karışık hayatlarının en mutlu zamanları olarak anımsayacaklardı.

Güneş'in en küçük halası Semiha bahçedeki fırın odasının yanında. Fotoğraf: Orhan Ahıskal

 

İlkler Gezisi

İlkler Gezisi

Diyarbakır'da Oxford!
Karikatürist, yazar Gani Müjde’nin, komedyen Uğur Yücel’in halk şarkıcısı İbrahim Tatlıses’i taklit ederken söylemesi için yazdığı ama genellikle yanlış olarak Tatlıses’in kendisinin söylediği sanılan bir söz vardı: “…’da Oxford vardı da biz mi gitmedik!” İşte 2016-2017’de ders verdiğim Batman Üniversitesindeki öğrencilerim bu sözü operaya, senfonik konserlere veya baleye uyarlasalar “Diyarbakır’da, Malatya’da ya da Batman’da opera vardı da biz mi gitmedik!” diyebilirlerdi. Pekiyi Diyarbakır’da, Bitlis'te, Şırnak’ta opera yoktu ama radyo da mı yoktu? Devletin nitelikli, evrensel müziği topraklarının her köşesine taşımaktan sorumlu radyosu da ne yazık ki buralarda yayın yapmıyor, mevcut programlarda da popüler müzik türleri radyonun en sık dinlendiği saatleri işgal ediyor artık. Öğrencileri kim suçlayabilirdi. İlk opera deneyimlerinden sonra “Biz operada müzik olduğunu bilmiyorduk. Sadece birileri bağırıyor zannediyorduk” diye düşünmeleri onların suçu muydu? Bu gençler bir müzik bölümüne girmişlerdi ve kendilerinde ivedilikle evrensel bir müzik kültürü oluşturmaları gerekiyordu, onlara fırsat vermek gerekiyordu.

Ankara Kalesi, 6 Aralık 2016

Ankara'ya davet
Böyle bir fırsat Aralık ayında doğdu. Ankara'daki evimi henüz boşaltmamıştım. Ailem Türkiye’den ayrıldığı için ev boştu. Batman'daki birinci sınıf öğrencilerine açık bir davette bulundum. Gelmek isteyen öğrencileri Ankara’da ağırlayacaktım. Planlamalar birkaç hafta sürdü. Gelmek isteyip ailesinden izin alamayan ya da gelme imkânı olmayan öğrenciler çıkınca beş öğrencinin gelişi kesinleşti. Gidişi hep beraber trenle dönüşü de uçakla yapacaktık. Öğrencilerden bazıları bu gezide ilk defa uçağa ve bazıları da ilk defa trene binecekti. Erkeklerden yanlarında takım elbise de getirmelerini istedim. Hayatında ilk defa takım elbise giyecek olan bile vardı grubun içinde. Ankara da onlar için bir ilkti. Ben sürpriz yapmayı severim. Onlara birkaç da sürpriz planladım. Hem müzikal hem de kültürel bir gezi yapacaktık.

Anıtkabir, 4 Aralık 2016

Trenle Yola Düştük
Batman’dan trenle yola düştük. Diyarbakırlı üç öğrencim trene Diyarbakır’da bindiler. Herkes hamaratlık etmiş çeşit çeşit yerel hamur işleri ve dolmalar hazırlamışlardı. Yanımızda elektrikli çaydanlık da vardı. Gün boyu sohbet ederek, manzara seyrederek, çay demleyip atıştırarak zaman geçirdik. Akşam herkes kompartımanlarına çekildi. Buz gibi bir Aralık sabahı trenin son durağı olan Kırıkkale'nin Irmak köyüne vardık. Ben bu yolculuğu düzenli yapıyordum ve buradan şehre otobüsle dönmemek için arabamı Irmak'a getirip istasyona yakın bir yere park ediyordum (tren yolculuğu seviyorsanız 25 Hours on the Train başlıklı yazımı burada okuyabilir, trenden çektiğim fotoğraflara bakabilirsiniz).

Musıki Muallim Mektebi/Devlet Konservatuvarı binası, Cebeci Dörtyol, Ankara

Ankara turu ve ilk opera
Vardığımız gün Kuğulu Park, Seğmenler Parkı ve Tunalı Hilmi Caddesi civarında gezdik. Bir öğrencimin bir sağlık sorunu için doktor bir dostumuzdan görüş aldık. Akşam için ise başka planlarım vardı. Ankara Devlet Operası’nda Puccini’nin “La Bohème” Operası için Opera Müdürlüğü ile önceden yazışarak yer ayarlamıştım. Akşamüstü evde hazırlanırken artık önemli bir yere gittiğimizi tahmin ediyorlardı. Erkeklere kravatlarımdan bir seçme takıp operaya geldik. Sahne arkasında dekor, şapka, kostüm atölyelerini gezdik.

Şapka atölyesi, Ankara Devlet Opera ve Balesi

Solistleri henüz makyajlarını yaparken ziyaret ettik. Daha sonra orkestra çukuruna indik. Orkestra üyeleri konuklarımı büyük bir sıcaklık ile karşıladılar.

Ankara Devlet Opera ve Balesi orkestrası sanatçıları ve şef Alessandro Cedrone ile

Sonra Puccini’nin duygular fışkıran müzikleri ile onlar ilk opera deneyimlerini yaşadılar. Devlet Operası’nın Avrupa’dan aşağı hiçbir yanı olmayan sanatçıları hepimizi mest ettiler. Temsil bittiğinde neler hissettiklerini öğrencilerime sormak gerek. Hayatında ilk defa opera izlemenin nasıl bir duygu olduğunu ben tahmin edemiyorum ve onlar da duygularını ifade edecek kelime bulmakta zorlanıyorlardı. Şaka gibi olan “Biz operada müzik olduğunu bilmiyorduk. Sadece birileri bağırıyor zannediyorduk!” sözü o zaman sarf edildi. Çocukluğumdan beri ortalıkta koşturduğum kulise çıktık. Sahnede solistleri tebrik ettik. Birlikte fotoğraflar çektirdik.

La Boheme'den sonra tenor Murat Karahan ile sahnede, Ankara Devlet Opera ve Balesi

Ankara’da bir Cumartesi akşamı böyle sona eremezdi. Soğuğa rağmen seyyar bir kokoreççiyi ziyaret etmeyi de ihmal etmedik! 

İkinci gün
Ertesi güne taş fırından aldığımız Ankara simitleri ve çayla başladık. Ankara Kalesi, Anadolu Medeniyetleri Müzesi ve Anıtkabir’i ziyaret ettik. Akşama bir başka sürpriz daha vardı. Ankara Üniversitesi’ndeki eski öğrencilerimi akşam yemeği için organize etmiştim. Bahçelievler’de bir lokantada buluştuğumuzda sayımız yirmi beşi aşmıştı. Eski ve yeni öğrencilerim yeni köprüler kurdular, yeni arkadaşlıklar başlattılar.

Eski Ankara Devlet Konservatuvarı'nın avlusunda, 5 Aralık 2016

MMM ve ADK
Geri döneceğimiz gün hâlâ biraz zamanımız vardı. Bugünün ilk durağı Cumhuriyet’in ilk eğitim kurumu olan Musiki Muallim Mektebi’nin, benim de beş yıl okuduğumu söylemekten mutluluk duyduğum Cebeci Dörtyol'daki binasıydı. Kurumların tarihlerini, yetiştirdikleri değerli sanatçıları anlatırken ikinci durağımız olan Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’na varmıştık bile. Şansımız burada da yaver gitti. Öğrenciler ilk defa senfonik bir orkestrayı ve provasını dinleme şansı elde ettiler.

Antonio Pirolli ile CSO'da, 6 Aralık 2016

Ankara’ya kadar gelip parlak bir günde Atatürk Orman Çiftliği’ne gitmemek olur mu? Havalananına gitmeden önce de karnımızı orada doyurduk.

Cumhurbaşkanlığı Senfoni Konser Salonu'nun önünde, Ankara, 6 Aralık 2016

Unutulmaz bir ilkler gezisi
Bu İlkler Gezisi birkaç paragrafa sığmış halinden daha keyifli ve verimli bir gezi oldu. Gezi arkadaşlarının ilk defa uçağa binecek olan öğrencime uçağa binerken ayakkabılarını çıkarması gerektiğini söyleyerek gezi boyunca işletmeleri (ve onun da buna inanması) muhtemelen gezinin en komik tarafı idi. Ben eğlenceli geçmiş bir kaç günden elbette daha fazlasını umdum, umuyorum. Ucundan bulaştıkları, azıcık da olsa tadına vardıkları bu evrensel sanatı, müziği yaşamlarının parçası haline getirmeleri, en azından bu müziği anlayarak dinleme kültürü edinmeleri, ailelerine, çevrelerine tanıtmaları, öğretmen oldukları takdirde öğrencilerinin de yaşamına katarak onların da kanımca mutluluklarına katkıda bulunmaları benim için bu gezinin esas kazanımları olacak. Ama Ozan'ı görünce sormayı da unutmamalı uçağa ilk defa binerken ayakkabılarını çıkarmış mı diye...

Senfoni

Senfoni

Sanattan alınan zevk, bireyin, ilgilenilen sanat dalı ile ilgili birikimi arttıkça katlanarak artar. Aynı şekilde, sıklıkla klasik müzik olarak tanımlanan Avrupa kökenli çoksesli müzik de tadına varabilmek için bir birikim gerektirir. Dinlediğiniz eserin ne zaman, nerede ve hangi şartlarda yazıldığı, ne ifade ettiği, ait olduğu janr ve genel olarak formu hakkında bilgimiz arttıkça alacağımız keyif de artar. Bu bilgilenme beraberinde bir de seçicilik getirir. İzleyeceğiniz konseri ya da dinleyeceğiniz kaydı kimin çaldığına farklı bir önem vermeye başlarsınız. Yani bir nitelik arayışı başlar. Bu bağlamda çoksesli müzik dünyası gerek yüzlerce yıllık tarihi boyunca ortaya çıkmış birçok janr (tür), stil, akım ve bu anlayış ya da yaklaşımlar çerçevesinde üretilmiş sayısını tahmin bile edemeyeceğim yaratılar ile bunların her seferinde birbirinden farklı canlı icraları ile sonraki dönemdeki kayıtları ile uçsuz bucaksız bir evrendir. İşte bu yazımızda kısaca senfoni janrından bahsedeceğiz.

 

Franz Joseph Haydn (1732–1809)

Senfoni kelimesi Yunanca syn (birlikte) ve phōnē (tınlamak) sözcüklerinden Latince’de Symphonia [1] kelimesi yoluyla ortaya çıkmıştır. 17'nci yüzyılda İtalya’da opera, oratoryo ve kantat gibi daha büyük boydaki eserlerin başındaki çalgısal giriş parçalarına Sinfonia deniyordu ve üvertür ile aynı anlama geliyordu. 18'inci yüzyıla geldiğimizde hızlı, yavaş ve tekrar hızlı olmak üzere üç kısımdan oluşan Sinfonialar daha sonra bağımsız icra edilen konser parçalarına dönüştüler. Senfoninin gelişiminde oynadığı rolden ötürü Viyanalı besteci J. Haydn 106 senfonisi ile “Senfoni’nin Babası” olarak anılır. 1975 Union Thematic Catalogue’a göre yaklaşık 1720 ile 1810 tarihleri arasında yazılmış 12.350 senfoni [2] olduğu göz önünde tutulursa bu janrın önemi ile birlikte konuya ayrıntılı girmenin ne kadar olanaksız olduğu da ortaya çıkacaktır. Bununla birlikte senfoni tarihinde büyük rol oynamış bazı bestecileri ve bu janrın gelişiminde özel önem taşıyan bazı senfonilerden bahsetmek gerekir.

Wolfgang Amadeus Mozart (1752-1791)

Klasik dönemde ürün veren Haydn ve Mozart’ı takiben erken Romantik dönemin en önemli senfoni bestecileri arasında Beethoven, Schubert, Mendelssohn ve Schumann, geç Romantik dönemde de Brahms, Bruckner, Çaykovski ve Dvořák sayılabilir. Beethoven’in 5'inci senfonisi belki de en çok tanınan klasik müzik eseri olmakla beraber “Pastoral” başlıklı 6'ncı Senfoni ilk programlı senfoni, 9'uncu Senfoni de ilk korolu senfoni olarak müzik tarihinde özel önem taşırlar. Romantik dönemle beraber sanatsal ve felsefî fikirlerin bir ifadesi olarak görülen janr, Haydn’ın 18-20 dakikalık örneklerinden Bruckner ve Mahler’in 80 dakikayı aşan senfonilerine kadar büyük bir evrim geçirdi. Artık boyutları ve içerikleri neredeyse tanınmaz hale gelen senfoninin bu dönemdeki temsilcileri arasında Sibelius, Nielsen, Şostakoviç ve Prokofief sayılabilir.

[1] Sadie, S. ed. Grove Dictionary of Music and Musicians. MacMillan, London, 1980. Vol. 18 p. 438.

[2] Ibid. p. 438.

Ludwig van Beethoven (1770-1827)

Sur’da Surp

Sur'da Surp

Atatürk Barajı ve ortaya çıkan yapay göl. Fotoğraf: internet

1980’li yıllarda Güneydoğu Anadolu Projesi’nin bir parçası olarak GAP Festivali adı altında bir müzik/sanat festivali yapılıyordu. Bugün yaptığım kısa bir internet araştırmasına göre GAP Genç Festivali diye başka bir festival oluşmuş, GAP Festivali ise internette adı bile geçmeyecek şekilde tarihe karışmış.

Atatürk Dam and the new lakes created by the dam

CSO GAP Turnesi, 1989
1989 yılının Ekim ayında Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın genç üyelerinden oluşan bir oda orkestrası ile Şanlıurfa, Gaziantep ve Diyarbakır’da konserler verdik. Urfa’daki konser bir spor salonunda, Diyarbakır’da Devlet Tiyatrosu’nun modern salonunda, Gaziantep’te de 1860’lı yıllarda tamamlanmış olan ve o tarihte MEB’in toplantı salonu olarak kullanılan Kendirli Kilisesi’nde idi.

Kendirli Kilisesi, Gaziantep. Fotoğraf: internet

Türkiye-Rusya Milli Maç
Gaziantep’teki konser bir Türkiye-Rusya milli maçı ile aynı saatlere rastlamıştı. Konser saati geldiğinde kantinde bulunan televizyondan henüz devam eden maçı izlemekte olan müzisyen arkadaşlarımızın maçı bırakıp konsere çıkmaları hem geç hem de zor olmuştu. Ama hepimizi şaşırtacak şekilde salonda bir tek oturacak yer yoktu. Gaziantepli vatandaşlar milli maç yerine bir klasik müzik konserini tercih etmişlerdi. Onlar sanata açlardı!

Restorasyon öncesi Surp Giragos Ermeni Kilisesi. Fotoğraf: internet

26 yıl sonra tekrar Diyarbakır
Aradan yıllar geçti. 2015 yılının Nisan ayında Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin davetlisi olarak “Düştüm Yola” projemle tekrar oradaydım. 1989 yılında gördüğüm Suriçi’ndeki Surp Giragos Ermeni Kilisesi son bir kaç yıl içinde restore edilmiş ve tekrar ibadete açılmıştı.

Surp Giragos'ta resital öncesi. Fotoğraf: Orhan Ahıskal

Solo keman resitali
Bir solo keman resitali için harika bir ortamdı. Ahşap bir çatının altında tamamı gri kesme taştan yapılmış ferah bir yapı. Kilisenin bakımını bir vakıf üstlenmiş, taş avluda güzel bir kafe oluşturmuş, hatta avlunun diğer yanındaki yapının mahzeninde şaraplarını bile üretmeye başlamışlardı. 1989 yılından anımsadığım Dört Ayaklı Minare’nin önünde bir fotoğraf çektirdim.

Dört Ayaklı Minare, Suriçi, Diyarbakır, 16 Nisan 2015

Suriçi'ni ziyaret
Sülüklü Han’da menengiç kahvesi
içtim ama 1989’da yaptığım gibi surların içindeki hayvan ağıllarının içinden geçip, tanımadığım bir dil konuşan ilkokul öğrencileri ile konuşup Zazaca konuştuklarını öğrendikten sonra surların üstüne, biraz da tehlikeli bir şekilde, çıkma fırsatım olmadı. Gün batımından sonra vardığım surların üzerinden ayaklarımın altında serilen Hevsel Bahçeleri ve Dicle Nehri’nin karşı tarafındaki tepede konuşlanmış olan Dicle Üniversitesi yerleşkesinin üzerinden gümüş bir tabak gibi yükselen dolunay hâlâ gözlerimin önünde.

Diyarbakır surlarının önünde, Dağkapı yakını, 16 Nisan 2015

Diyarbakır Surları, Dicle Nehri ve Hevsel Bahçeleri

Karanlıkta ağır program
Konser saati gelirken beklemediğim bir sorun ortaya çıktı. Kilisedeki ışıklar bırakın insanları sehpadaki notaları dahi aydınlatamayacak kadar az ve zayıftı. Hızlı bir şekilde iki tane kitap okuma lambası bulundu. Resitalin programı düzenli konser dinleyicilerini dahi zorlayacak türdendi: Muammer Sun’un “Söyleşi”si, İlhan Baran’ın Bir Bölümlü Sonatina’sı ve Ahmed Adnan Saygun’un Solo Keman için Partita’sı. Konser saati gelmekle beraber seyirciler hâlâ gelmeye devam ediyorlardı. Yaklaşık 300 sandalye bulunduğu söylenen kilisede oturacak yerler çoktan dolmuş dinleyiciler yan duvarların önünde ve balkonda ayakta sıralanmaya başlamışlardı.

Solo Keman Resitali, Surp Giragos Ermeni Kilisesi, Diyarbakır. Fotoğraf: Brusk

Bis
Çok zaman kaybetmeden eserlerle ilgili açıklamalarıma başladım ve bir saatlik resitali tamamladım. Konser bitmesine rağmen dinleyicilerde hareket yoktu. Bu sefer ortamın büyüsüne kapılarak solo bir Bach bölümü ile bis yaptım.

Kimse anlamaz ama ayakta alkışlar!
Dinlemesi (ve çalması) böylesine ağır bir programı düzenli konser yapılan yerlerin dışında çalacağınız zaman oradakilerin böyle bir programı anlamayacaklarını ve de hoşlanmayacaklarını söyleyenler çıkar. Akses’in bir numaralı yaylı çalgılar dörtlüsünü Cezayir’de çalacağımızı söylediğim zaman da benzer bir tepki almıştık. Cezayir’de Akses’ten ne anlarlardı! Ama daha ikinci bölümün sonunda Fransızların yaptıkları üç balkonlu opera salonunda seyirci ayağa kalkmıştı alkışlarla. Diyarbakır’da Saygun da böyle karşılandı geçen 15 Nisan’da.

Solo Keman Resitali, Surp Giragos Ermeni Kilisesi, Diyarbakır. Fotoğraf: Brusk

Suriçi'nde savaş
Sonra bir şeyler oldu. Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi, aynı Dört Ayaklı Minare’nin tam önünde katledildi. 1989’da tırmandığım surlarda savaş oldu. Suriçi kanla sulandı. Müziğin yerini mermi ve bomba sesleri aldı. Sadece evler değil, tarihi zenginliklerimiz de zarar gördü. Her şeyden önce yaşamlar zarar gördü, yok oldu. İnternetteki bazı resimlere göre Surp Giragos da daha yeni kurtulduğu viran haline geri döndü. Kimilerine göre o yıkılmış haldeki fotoğraflar Giragos’a çok benzeyen bir halı deposunun. Umarım öyledir diyeceğim ama Giragos’a böyle benzediğine göre o halı deposu da tarihi bir yapı olmalı.

Suriçi'nde zarar görmüş evler, Diyarbakır. Fotoğraf: Orhan Ahıskal

Tekrar Suriçi
Dün tekrar Diyarbakır’daydım. Ortalık biraz sakinleşti dedikleri için Surp Giragos’a, Dört Ayaklı Minare’ye, Sülüklü Han’a bir daha gitmek istedim. Suriçi’ne girerken güvenlik durdurdu. Bagajdaki bavulum ve elimdeki kemanım, haklı olarak, şüphe uyandırmıştı.

Kimlik ve pasaportlar!

dediler. Belli ki beni de yabancı sanmışlardı. Üniversite kimliğini görünce biraz da mahcup oldular ama ortalıkta mahcup olunacak bir şey yoktu. Onlar görevlerini yapıyorlardı.

Sülüklü Han'a giremesek de çevresini gezdik, Suriçi, Diyarbakır. Fotoğraf: Orhan Ahıskal

9 bin yıllık geçmişi olan ve 2015’te UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’ne [1] resmen kabul edilen Diyarbakır Surları’nın içi gerçekten sakinleşmişti. Kalabalıktan yürüyemediğimiz sokaklarda çok daha az insan vardı ve onlar da tedirgin ve bezgin görünüyorlardı. Yollarda patlayan bombaların açtıkları çukurlar idareten parke taşlarıyla doldurulmuş ve huzur bir nebze geri gelmişti ama mermilerin deldiği duvarlar, üzerlerinde mermi delikleri bulunan kapalı kepenkler, mevzilenmek için kullanılan ve ortalığa saçılmış kum torbaları bu huzurun henüz çok da gerçek olmadığının belirtileriydi.

Çatışmalarda barikat için kullanılan kum çuvalları, Suriçi, Diyarbakır. Fotoğraf: Orhan Ahıskal

Mermi delikleri, Suriçi, Diyarbakır. Fotoğraf: Orhan Ahıskal

Dört Ayaklı Minare’ye doğru yöneldim. Surp Giragos’un akıbetini merak ediyordum. Ama arkasına yüksek naylonlar gerilmiş bir polis noktasındaki genç polisler daha sokağın başından daha ileri gidemeyeceğimin en somut belirtisiydi. Yanlarına gidip gene de sormadan edemedim. Yanıt belliydi:

– Giriş yok!”

Dört Ayaklı Minare ve surların iç kısmına giriş yasak, Sur, Diyarbakır

Sülüklü Han’ı göremedim. Surp Giragos’u göremedim. Onun taş duvarlarında ve ahşap çatısında asılı kalan Saygun, Bach, Sun, Baran ve nicelerinin notaları bir iki bomba sesi arasında kayboldu. Güvenlik kuvvetleri mayın ve bomba temizliği yapıyordu. Patlama sesi mevcut tek tük insanda korku yaratınca biz de fazla oyalanmadan surların dışına doğru ilerlerken Surp Giragos’ta ve benzeri daha nice mekânda silah sesleri yerine tekrar müzik sesleri duyulmasını dilemekten başka elimden bir şey gelmiyordu.

[1] http://whc.unesco.org/en/list/1488

Surp @ Sur

Surp@Sur

In the 1980’s there was a music festival in southeastern Turkey called GAP (Turkish for Güneydoğu Anadolu Projesi), named after one of the largest sustainable development projects in the world which included the construction of 22 water dams and 19 power plants in the region [1]. A short online search showed that the GAP Festival has disappeared without a trace even on the internet.

Atatürk Dam and the new lakes created by the dam

In October 1989, I went on tour in the region with a chamber orchestra. Th-20e ensemble was made up of younger members of the Turkish Presidential Symphony Orchestra, based in Ankara, of which I was also a young member. We performed at a sports hall in Şanlıurfa, a modern theatre stage of the Turkish State Theatres in Diyarbakır and at a former church dating from the 1860s, then used as a meeting hall of the Ministry of Education, in Gaziantep. Our concert there coincided with a major football game between Turkey and Russia. When the concert time had come, it was difficult for the members of the orchestra to give up a small TV screen they had found in the cafeteria and go to the stage to perform. To our surprise the rather large auditorium was packed without a single free seat. The audience even included ladies with headscarves which weren’t as common at the time. The people of Gaziantep had chosen a classical music concert over an international sports event. This was a major indication of their hunger for concert music and the arts.


 

Surp Giragos Armenian Church before restoration (source: internet)

Back in Diyarbakır
Decades later, in April 2015, I was back in Diyarbakır with my “Düştüm Yola” (“I Hit the Road”) Project invited by the Municipality of Greater Diyarbakır. One of the churches at Sur (the district inside the city walls), Surp Giragos Armenian Church, had recently been restored and reopened. It was a wonderful place for a solo violin recital (see cover picture and below), constructed almost entirely of gray, cut stone and covered by a wooden ceiling. A foundation had taken the responsibility of maintaining the church, opened a café in the stone courtyard and they had even started to produce their own wine in the basement of a small building across the narrow courtyard.

Dört Ayaklı Minare, Suriçi, Diyarbakır, 2015

I went for a walk before the concert, had a picture taken in front of the Dört Ayaklı Minare (Four-legged Minaret) [2] dating from 1500 and had a cup of menengiç coffee [3] at the Sülüklü Han [4], an Ottoman inn dating from 1683. However, unlike in 1989, I did not have a chance to climb rather precariously the 12-meter-high city walls through some alleys and tunnels, where the locals kept sheep and poultry or to talk to the children, who spoke a language I did not recognize only to find out after I had had a chat with them that it was Zaza [5] they were speaking. I still vividly recall the view that greeted me when I had reached the top of the walls well after sunset: a full moon like a sliver plate rising above the hills across the river Tigris illuminating the historic Hevsel Gardens which lay below my feet between the walls and the river. It was a view that transcended time.

Before recital at Surp Giragos. Photo: Orhan Ahıskal

Heavy program
As the time neared for my recital, a problem occurred to me. The lights at the church were too few and too weak to light up the inner space let alone the minuscule looking notes cramped on a couple of sheets sitting on my music stand. A group of young people were alerted and in a few minutes two clip-on reading lamps were produced. The recital program was a difficult one, both to play and also to listen: Söyleşi by Muammer SunSonatina in One Movement by İlhan Baran and the Partita for Violin Alone Op. 36 by Ahmed Adnan Saygun. As part of my project’s mission I was performing rarely or never performed works by Turkish composers and all the works in the program were rather avant-garde sounding. I also premiered a new piece written for this occasion by Rohat Cebe, a Kurdish composer from Diyarbakır. The church had approximately three hundred seats I was told and soon they were all full. Extra wooden chairs were brought in and once they were also all taken, people began to line up along the side walls and the balcony standing (see cover picture). Without delay I began my explanations of the pieces and played the hour-long program. Even though the concert was over, it did not look like the audience was ready to leave and inspired by the mystic atmosphere of the dimly lit church I encored with a movement from one of the Bach unaccompanied sonatas.

Solo Violin Recital at Surp Giragos Armenian Church, Diyarbakır. Photo: Brusk

Whenever a heavy program as this is to be performed at a location where no regular concerts are held, it might be said that such a program would not be understood or appreciated by the listeners and it is pointless to do such a thing. When we were to perform Necil Kâzım Akses’ first string quartet of 1946 at a festival at Algiers, we had heard similar remarks. Who would appreciate Akses in Algiers! The audience however, seated the historic three-balcony opera house built by the French, roared and clapped even at the end of the slow second movement. On April 15, 2015, Saygun was received in the same way at Surp Giragos.

Solo Violin Recital at Surp Giragos Armenian Church, Diyarbakır. Photo: Brusk

A conflict created
But something went wrong last summer after my recital. Tahir Elçi, the head of the Diyarbakır Bar Association, was assassinated right in front of the Dört Ayaklı Minare as he was holding a press conference condemning the violence that had erupted after the general elections in June [6]. The walls I had climbed years before became the scene of a brutal war. Sur district was watered by blood. Sounds of bullets and bombs replaced the sounds of music. Not only the houses but historic places were also harmed. But foremost, lives were harmed, destroyed. Some images on the internet showed that the newly-restored Surp Giragos returned to the ruined state it had just escaped. I was recently back in Diyarbakır. Events at Sur had calmed down I was told, so I wanted to see Surp Giragos, the Dört Ayaklı Minare and Sülüklü Han. As we drove into the old walled district, Sur, security personnel stopped us. We opened the car trunk for inspection and, not surprisingly, my luggage and violin case raised suspicion.

– IDs and passports!

they called out. They thought I was a foreigner (which is not an uncommon experience for me in Turkey) and when I produced my university ID they appeared a little embarrassed, however, there was no reason for embarrassment. They were doing their jobs.

Noone was allowed to pass to the Four-legged Minaret, Sur, Diyarbakır
Noone was allowed to pass to the Four-legged Minaret, Sur, Diyarbakır

Inside the nine-thousand-year-old walls, which were included in UNESCO’s World Heritage List in 2015 [7], it really was calmer. The bustling streets of only last year had far fewer people and those appeared worn out and reluctant. Ditches formed on the roads by explosions were haphazardly filled with cobble stones and quiet seemed to have returned.

Sandbags from barricades at Sur. Photo: Orhan Ahıskal

But walls and shop shutters with bullet holes, scattered sandbags used for battle trenches were clear indications that the current quiet was not a real sense of peace. I directed my steps toward the Dört Ayaklı Minare. I was wondering the fate of Surp Giragos. A two-floor high plastic curtain, above which the upper half of the Dört Ayaklı Minare was innocently peeping, was the first sign that I wouldn’t be able pass through. Though I knew the answer I could not help myself and walked to the police check point to ask if I could go in. The answer was as predicted:

– No entry!

Sülüklü Inn area. Photo: Orhan Ahıskal
Sülüklü Inn area. Photo: Orhan Ahıskal

I was not able to see Sülüklü Han. I was not able to see Surp Giragos. As I stood there, a few notes of Saygun, Bach, Baran, Sun and many others that had been lingering about its stone walls and wooden ceiling were suddenly muted by nearby explosions. The security forces were cleaning mines and booby traps behind the covered area. The sound of the explosion seemed to create a sense of fear in the few people walking around and we also decided to leave the area. As I was walking toward the dark brown walls, all I could do was hope for the sound of music to return, replacing that of guns in Surp at Sur.

[1] https://en.wikipedia.org/wiki/Southeastern_Anatolia_Project
[2] https://en.wikipedia.org/wiki/Sheikh_Matar_Mosque

[3] https://en.wikipedia.org/wiki/Pistacia_terebinthus
[4] http://www.diyarbakirkulturturizm.org/Yapit/Details/HANLAR/19/Suluklu-Han/189
[5] http://www.omniglot.com/writing/zazaki.htm
[6] http://www.nytimes.com/2015/11/29/world/europe/turkey-kurds-tahir-elci-killed-in-sur.html?_r=0
[7] http://whc.unesco.org/en/list/1488

A street at Sur District, Diyarbakır. Photo: Orhan Ahıskal

25 Hours on the Train

25 Hours on the Train

Israeli professor of history Yuval Noah Harari in his bestseller book, “Sapiens – A Brief History of Mankind” states that, since the Industrial Revolution, humans have become slaves to timetables, that our lives have been distributed to small time slots for everything, and that the whole world runs on this timetable. According to Harari the first ever timetable was prepared in Britain in 1840 for the World’s first passenger train line between Liverpool and Manchester dating from 1830. Actually an ancestor of this timetable, a schedule, was also issued in Britain for a coach service in 1784. This schedule apparently had departure times however did not include arrival times. According to Harari, this was mainly because British cities and towns had their local times which varied from Greenwich by up to half an hour. Only in 1847 the British decided to calibrate all train times to Greenwich Observatory time, later the Greenwich Meantime (GMT) that the whole world now observes. [1]

Opening of Liverpool-Manchester Railway

Less than 200 years later we travel on much faster trains that run on fuel or electricity rather than coal, drive cars that can out-speed even some trains and we fly long distances on passenger jets. Our lives have been completely transformed and sped up, and as a result they have become so stressful that so many of us have to live on some kind of relaxing medication or drugs. I am sure many of us wonder if it is worth it, if this lifestyle compensates for our lost health and peace due to the hectic pace which throw us from one place to another constantly. Whatever the answer, this is not an easy way of living and certainly takes its toll on our lives.


Love of trains
I always loved trains. Perhaps every child does. My uncle was the head of a division of the Turkish State Railways (TCDD) in charge of safety and security of the railroad tracks in Thrace, the Northwestern corner of Turkey on the European continent. His lojman (the housing provided by the state) was at Halkalı, the Western terminus of the suburban train on the European part of Istanbul, and his offices were located at the Eastern end of the line, Sirkeci Garı, the terminus of the world-famous Orient Express

Sirkeci Terminal by German architect August Jasmund, 1890, Istanbul

We used to visit my uncle’s family every summer and when there, even going out to buy bread was a good excuse to get on the suburban train to go three stops to Küçük Çekmece. This suburban train was called banliyö treni, the Turkisized French term train de banlieueAs most of these railroads in Turkey were built by the French, the majority of railroad terminology had also been imported from France. We used words like Şömendöfer (chemin-de-fer) for railroad, istasyon (station), gar (gare) for larger train stations, ray (rail), pulman (Pullman) for regular seats, kuşet (couchette) for a kind of sleeping compartment on the train to name a few.

Former "banliyö" train near Yedikule, 1986. Photo: Orhan Ahıskal

Irmak

Town of Irmak: 64 km east of Ankara near Kırıkkale. Photo: Orhan Ahıskal

In the last couple of years I started using the limited train services for my travels as part of my solo project, Düştüm Yola (I Hit the Road) and since then have taken all but one of the available overnight trips in Turkey. All of these routes begin in Ankara, the capitol and the heart of the Turkish Republic. With the arrival of faster train lines and services in Turkey, these old-fashioned lines and trains will surely be a part of history in the near future and this change has already begun. Overnight trains to Adana with the famous German Bridge at the Taurus mountain range has been cancelled due to the construction of the new tracks for the high speed train line to Sivas. 

Train station at Irmak. Photo: Orhan Ahıskal

Similarly, overnight service to Izmir (a nice 16 hours) has been shortened by almost five hours since one must take the High Speed Train (YHT)[2] to Eskişehir and only there can one board the much slower sleeper. As no trains can come into Ankara currently, except for the Eskişehir and Konya YHTs, all eastern bound trains use Irmak, a small town in the mountainous region about forty miles outside of Ankara, as the terminus. You have to take the shuttle buses provided by the TCDD to go into Ankara, at the least another hour in urban traffic. My solution for this mishap has been to drive to Irmak myself and leave my car there.

Train tracks at Irmak station. Photo: Orhan Ahıskal

The Journey
Today I will be travelling to the city of Batman (yes that is the correct spelling) in Southeastern Turkey. It is quite difficult to board the train at Irmak because the platform is neither long nor high enough to comfortably climb the steep steps of the carriages. And quite frequently I have to climb the steps from the tracks because I am at the very end of the whole train and the engineer doesn’t pull up the train far enough for the last carriage to reach the platform. Then it is nearly impossible to board the train without help and I have even seen people fall from the steps. Oooh, and I forgot to mention: this is actually my weekly or bi-weekly commute!

Violin and compartment. Photo: Orhan Ahıskal

Once on board, I quickly proceed to the back of the carriage where my seat/bed is. This is literally the very end of a ten-carriage train. Behind my compartment there is only a bathroom and the train ends there. This bathroom is typically the cleanest on the whole train since it is used only by the sleeper carriage passengers, who are generally only a few. I prefer this last compartment of the whole train as it is rather isolated and quiet, though shakier than the rest of the train. Even when the carriage is full or at least very crowded, this is the spot that has the least passenger traffic walking by my door. This is important since I will be practicing my violin and I also love the feeling of solitude.

Muted nighttime practice. Photo: Orhan Ahıskal
Muted nighttime practice. Photo: Orhan Ahıskal

Preparing for the road
It takes me a little while to settle. Before I even sit down I remove everything I might need from my suitcase; put the perishables into the small refrigerator, yes, there is one neatly placed under the desk behind a cupboard door; change into something more comfortable (I have a long way to go), and hang a plastic bag on one of the coat hooks that acts as my garbage. Next, I do a quick cleaning and a few wet wipes do the job. I wipe the laminated surfaces of the desk, the pull-out table, the sink and the refrigerator doors. If you were to see the wipes afterwards you would understand why I do that.

Bed and compartment. Photo: Orhan Ahıskal

Typically the bed is already done when I board the train, but occasionally the conductor comes and quickly fixes your bed. Nowadays I travel with my own blanket cover because I just don’t like to feel of a  woolen blanket touching my skin. Otherwise, the sheets and pillow case are very clean, white cotton material. Having put my luggage on the high glass shelf across from the two beds, I am now ready for my long journey.

I have a whole day ahead in this little cubical of a room and I LOVE it. I love the empty expanse of the Central Anatolian steppes which accompany me on either side of the train, the irregular chuckle of the metal wheels on the tracks right below me with the occasional and sometimes not-so-occasional jerking movement that throws you off your feet if you are standing, and the almost complete solitude that surrounds me.

Anatolian steppes between Kırıkkale and Kayseri. Photo: Orhan Ahıskal
Anatolian steppes between Kırıkkale and Kayseri. Photo: Orhan Ahıskal

Why 25 hours
The trip from Ankara to Batman on the Southern Kurtalan Express used to take approximately 25 hours. This has recently been shortened by an hour and a half since you have to get off the train at Irmak, long before Ankara. But the trip still takes nearly a day and, if there is a delay, could be several hours longer. Ankara to Batman, which became a province a little over two decades ago, is more than eleven hundred kilometers (684 miles) by car. It is 753 kilometers (468 miles) as the bird flies and direct flights between the two cities take approximately 70 minutes. But the train is a different story. This is mostly a rather mountainous terrain and it is simply impossible to build any straight road unless you dig many tunnels. This would have been too expensive and perhaps impossible with the technology of the 1930s and 40s when the line was built, so the railroad simply follows the contour of the land, meandering through many valleys imitating the stream just below, allowing the passenger a slower, but visually very pleasing experience.

Winter scene in Elazığ province. Two diesel engines at work on ice. Photo: Orhan Ahıskal
Winter scene in Elazığ province. Two diesel engines at work on ice. Photo: Orhan Ahıskal

At the time of construction the power of the engines must not have been strong enough to climb big ramps, so in order to change elevation the tracks do slaloms. There are locations we simply do almost whole loops, going down or up a major ramp: now we face the sun and a minute later the sun is behind us and again and again. You can see the tracks from your window where you will be in a few seconds. So this is one of the main reasons why the trip takes so long. As the metal bird flies 753 kilometers to Batman the train travels 1200 kilometers, 1198.062 to be exact. 

Village of Kürk, Province of Elazığ, eastern Turkey. Photo: Orhan Ahıskal
Village of Kürk, Province of Elazığ, eastern Turkey. Photo: Orhan Ahıskal

One last reason is the number of stops on the road. Even though this is an intercity service, it also serves the small towns and even some hamlets on its route stopping at an amazing 72 stations. Some of these stops are like the way drivers stop at four-way traffic stops in the United States, barely coming to a stop sometimes honking its horn and moving again within seconds. Perhaps it is time for a short coffee break while enjoying the bright autumn sun shining on the now mostly yellow Anatolian landscape with flocks of sheep here and there, and lines of poplars, a staple of Anatolian villages, lining a field or stream.

Evening sun and Mount Argaeus. Photo: Orhan Ahıskal
Evening sun and Mount Argaeus. Photo: Orhan Ahıskal

As the early winter sun paints the post-harvest fields to shades of orange, I sip my coffee gazing into places I cannot see. I don’t even use coffee creamer because I have fresh milk with me. I guess the next step will be to bring a small kettle along. The door of my compartment is open since the conductor has locked the entrance to this final carriage and nobody wanders back here. Evening sun pours in sometimes from my window and sometimes from the open door as we meander toward the city of Kayseri. I smile to myself thinking Akşam güneşi güzele gelira Turkish proverb meaning “the evening sun shines on that’s beautiful”. It is time to practice the violin. This is one of the reasons I travel by train and in a sleeper car. It provides me with much time to work, write, practice, read and even watch movies. I have a metal mute, typically known as a hotel mute that makes my violin sound like a mosquito. Is it going to be a Bach unaccompanied sonata or passage work from the solo repertoire I have been performing the last two years. As I continue playing, the legendary/biblical mount Argaeus (Erciyes in Turkish) greets me with all its splendor. An ancient and almost always snow-capped volcano, Mount Argaeus was instrumental in the creation of the famous fairy chimneys at Cappadocia. Long defunct, Argaeus rises from the Anatolian Plateau to an imposing 3916 metersArgaeus and I catch regular glimpses of each other as my train speeds toward the city of Kayseri (photos above and below).

Mount Argaeus (Erciyes in Turkish) and sommer fields near Kayseri. Photo: Orhan Ahıskal

Solitude
By the time we arrive at Kayseri, ancient Caesarea renamed in 14 CE after the Roman Emperor Caesar Augustus, it is almost dark. Evening hours on the train bring a different sense of solitude. A deep feeling of sorrow, quiet and being lost in this ancient land takes over. Thoughts of all kinds, past and family crowd into my head and I decide to skip both practice and movie. I pull the bed down. Turn off the lights. There is a full moon tonight. A magical scene of isolation lies farther than I can see, even imagine. Moonlight silhouettes the rolling hills of the Anatolian steppes. Distant lights from the occasional village flicker as the engine pushes into the night. The distant chug of the engine and the rhythm of the tracks beneath make the perfect lullaby. As I gaze into the darkness outside, separated from the masses in the front I slide to a different plane.

Tunnels in Elazığ Province, Eastern Turkey. Photo: Orhan Ahıskal

As the train slides on the meandering tracks, the celestial dome seems to rotate above head. Dry silhouettes of poplars, the most common tree in the Anatolian landscape, appear illuminated against the dark backdrop of the steppes of Asia Minor. Distant lights wink as though accompanied by a slow, beat-less new age music. There are times it feels like I am the only person on Earth. This feeling gives me a very different perspective on life. You find yourself reflecting, sometimes questioning yourself, and asking “Why”. We live in crowded cities, in heavy traffic, among inconsiderate drivers and people, and I find this time of solitude meditative and healing. Feeling the warmth of the cabin against the frozen tundra gives one a sense of comfort and a home-like feeling. As the train pushes into the dark night, my eyelids feel heavier and heavier until they drop.

Frozen tundra and Mount Argaeus, Kayseri Province, central Anatolia. Photo: Orhan Ahıskal
Frozen tundra and Mount Argaeus, Kayseri Province, central Anatolia. Photo: Orhan Ahıskal

Sensitivity
Due to the number of curves on the tracks and their sharpness there could be much squeaking but I have solutions for when the noises do bother me. I always have earplugs and a sleeping mask on me to use when I sleep, as even the slightest light and unexpected noise can wake me up. In some compartments I realized track noise comes in through the sink hole. Once while shaving I realized the noise seem to stop due to the water collecting in the sink. There was my solution: now whenever there is too much track noise coming in from the sink hole a piece of a plastic bag and water do the job. I put the plastic on the hole and run some water on it which stays there and simply blocks the opening that reaches down to the tracks. The only such pollution I cannot fix is the people smoking. Even though smoking is not allowed anywhere on the train, many people do. The smell of smoke filters into any compartment – hell for non-smokers like me. I regularly warn people but even the TCDD personnel think it is a too long a journey not to smoke!

Rail bridge on Karakaya Dam lake, near Malatya. Photo: Orhan Ahıskal

When I wake up in the morning I am always a little anxious and curious. Where are we? Did I sleep so well that I have not enough time to pack? We are in the middle of nowhere. Are we running late? Because once we were late almost five hours! It can happen. It is a single track and if some other train derails you wait. Yes you wait. Do you have any other choice? No! But today we seem to be running on time even though when I boarded the train yesterday we were behind almost an hour and a half. So, just like the airplanes, the trains can make up for lost time.

I like to arrive, wherever I am arriving, as if I come directly from home. So my morning routine involves perhaps a little exercise if there is time, shaving, breakfast, and getting dressed. Shaving is always fun and a little dangerous if you use a straight blade like me as the train sways and jerks you around. But thankfully I don’t cut myself any more than I would at home.

Pretend train conductor! at Ergani, Diyarbakır Province

Shattered dreams
That rainy and gloomy day I was trying hard not to shake my hand as I prepared some flashcards for teaching and a big thumping noise made me jump in my seat. Even though I know this happens frequently as the train slowly pulls into or leaves small towns east of Diyarbakır, like Çöltepe and Bismil, and ghetto-like industrial areas of Diyarbakır, it catches me by surprise almost every time: the stoning. Mostly children throw rocks at the train. Young children don’t cause much damage, probably some dents. There are, however, other reasons behind this act of vandalism and not-so-young children who also stone the train frequently break windows. Today, though it did catch me by surprise, I was lucky. My upper window survived the attack with only a crack, but the compartment next-door currently not occupied was not so lucky. Its window will have to be replaced as it is fully shattered. This act is surely an expression: an expression of anger and perhaps even hatred. For these “children” the shattered glass is simply a reflection of their shattered dreams.

Train window shattered by a thrown rock. Photo: Orhan Ahıskal

Arrival
Like all good things the long train trip also has to come to an end. If you are travelling south to Adana or Mersin on the Çukurova Ekspresi, the first lights of the day greet you as the train descends from the Taurus Mountains to the Çukurova Plateau through a series of 22 tunnels, totaling 12 kilometers, and as many viaducts. Having crossed this very difficult terrain, the train stops at Hacıkırıjust before crossing the famous Hacıkırı or Varda Köprüsü (see below), built by the Germans between 1907 and 1912 as part of the Istanbul-Baghdad-Hicaz Railway. Passed the bridge, the train speeds down a long ramp toward Yenice, the midpoint between the cities of Adana and Mersin, where the cotton fields of Çukurova or, in April, the dizzying scent of the orange blossoms welcome you.

German (Hacıkırı or Varda) Bridge on Taurus mountains, Adana province

The Kurtalan Ekspres takes you further east to the cities of Diyarbakır and Batman in the northern proximity of Ancient Mesopotamia and the Fertile Crescent. A mostly treeless scenery of yellow fields along the banks of the Biblical River Tigris and soaring temperatures near 50° Celsius during the summer months envelope you in this ancient land. In contrast, only to the north, the Doğu Ekspresi arrives at Kars near the Turkish-Armenian (former Soviet) border when temperatures dip into 30° Celsius below freezing in January. Snow-covered half the year, the train’s route goes through Sarıkamış, one of most popular ski resorts in Turkey and arrives at Kars surrounded by frozen lakes and tundra

Orhan with diesel engine at Batman station. Photo: Orhan Ahıskal

The only arrival by the sea is in İzmir since the Ankara Ekspresi, the sleeper that used to go between Ankara and Istanbul, ceased to exist as the main train terminal Haydarpaşa Garı on the Asian shore of the Bosphorus has been sadly closed for a decade. Arriving at Izmir is very pleasant as the train goes along long stretches of vineyards and even tunnels created by pine trees planted along the tracks long time ago. Dark blue waters of the Aegean greets you in the Bay of İzmir just before your train arrives at Alsancak Garı . I always get a sense of sadness as another journey ends: sometimes twelve, sometimes sixteen, and sometimes after twenty five hours on the train.

[1] Harari, Yuval Noah. Sapiens: A Brief History of Humankind. Vintage Books, London, 2011, p.396.
[2] Yüksek Hızlı Tren in Turkish. Similar to the German ICE and French TGVs but not as fast only reaching up to 256 kph

Viyola Düştü Yola

Viyola Düştü Yola

Doğum Günü
Bugün 17 Mart 2016. Değerli ağabeyim Ruşen Güneş’in 76. Doğum Günü. Bundan yaklaşık üç yıl önce, 2013’ün Nisan ayında Mersin Üniversitesi’nin düzenlediği 1. Ulusal Keman ve Piyano Günleri’nin açılış konserinde Ruşen Güneş, piyanist Can Çoker ve viyolonselci Münif Akalın ile J. Brahms’ın Op. 25 1 numaralı sol minör Piyanolu Dörtlüsü’nü çaldık. Konser sonrasında birlikte yemek yerken Güneş sık sık yaptığı gibi eski anekdotları, anılarını anlatıyordu. Bu anıları ve hikayeleri onu tanıyan, tanımayan herkesin öğrenmesi ve tarihe bir not düşmek amacı ile “bir kitap yazayım” dediğimde bana ilk söylediği sözler “Viyola Düştü Yola” oldu. Ve böylece bu kitabın da ilk adımı atılmış oldu.

Onur Madalyası
Sevda-Cenap And Müzik Vakfı’nın 6 Aralık 2014 tarihinde Güneş’e verdiği Onur Madalyası da bu kitabın gerçekleşmesine vesile oldu. 14 aylık bir çalışma ile ortaya çıkan kitap için Güneş’in Türkiye, İngiltere ve Amerika’daki 100’ü aşkın dostu, meslektaşı ve aile bireyleri ile görüştüm. Aralarında Simon Rattle, Daniel Barenboim, Trevor Pinnock, Suna Kan, İdil Biret, Gürer Aykal ve daha çok sayıda sanatçının da bulunduğu dostları renkli anıları ve Güneş hakkındaki samimi düşünce ve duyguları ile “Viyola Düştü Yola”nın “roman tadında, kolay ve keyifle okunur” bir kitap olarak ortaya çıkmasına büyük katkıda bulundular.

Güneş’in yaşamını ve kariyerini gazete haberleri, eleştiriler gibi belgelere dayanarak yazarken mümkün olduğunca ülkemiz müzik tarihinin de belgelenmesine katkıda bulunacak, bu yapıya bir tuğla ekleyecek bir kaynak da oluşturmaya çalıştım. Güneş’in özel bir sevgi duyduğu siyah-beyaz fotoğraflar ve olaylara bazen paralel giden şiirleri ile de farklı bir tat kazanan bu kitap hakkında yorum yapmak da siz okurlara, müzikseverlere kalıyor.

İyi ki doğdun Ruşen Güneş. Sağlıklı, konserli ve bol şiirli nice yıllar dilerim. Yüzünden kahkahan eksik olmasın.

Orhan Ahıskal