Manchester’daki Kuzey Kraliyet Müzik Koleji’nde (RNCM) okuduğum yıllarda kemancı Malcolm Layfield ile çalıştım. Malcolm Glasgow’daki Kraliyet Müzik Koleji’nde ünlü Polonya asıllı Amerikalı kemancı Bronislaw Gimpel ile okumuş ve bir başka Polonya asıllı Amerikalı kemancı olan Szymon Goldberg’e olan yakınlığından dolayı 1982 yılında kurduğu topluluğa da Goldberg Ensemble adını vermişti.
Goldberg Ensemble Goldberg, Malcolm’un başkemancılığını yaptığı ve on bir yaylı çalgıdan oluşan solistik bir yaylı çalgı topluluğuydu. Repertuvara göre eklenen üflemeli çalgılarla birlikte kadro genişlese de çağdaş eserler dışında şefsiz çalan topluluğu çağdaş eserlerde Malcolm kendisi yönetiyordu. Goldberg bir konser sezonda biri Çağdaş Müzik Dizisi (Contemporary Series) ve diğeri de Ulusal Turne (The National Tour) olmak üzere iki proje ve yaklaşık on iki konser yapıyordu. Çağdaş Müzik projesinin bir parçası olarak yeni yazılan yaklaşık yirmi eseri BBC için kaydediyor, bu eserlerden bazılarını da Gorecki, Tavener, Maxwell-Davies gibi tanınmış çağdaş bestecilerin eserleri arasına serpiştirerek konser programlarında seslendiriyordu. Genellikle Ekim ayına rastlayan Ulusal Turne’nin resmi sponsoru ünlü uçak motoru markası Rolls Royce idi. Altı şehirlik bu turne daima Londra’daki ünlü Wigmore Hall’da gerçekleşen konser ile sona eriyordu (Goldberg’i bir başka yazıda daha ayrıntılı anlatacağım).
Martel Ensemble / L’Orchestre de Chambre de Manchester Malcolm, Goldberg’in yanı sıra bir de Martel adında bir topluluk daha kurmuştu. Adını Güneybatı Fransa’da, yer mantarı (trüf) ve cevizi ile ünlü bir Orta Çağ kasabasından alan bu topluluk Goldberg’in bir alt topluluğu gibiydi, Malcolm’ın öğrencileri ve Goldberg’de çalma potansiyeli olan gençler Martel’de çalıyordu. Martel’in bölünmüş bir kişiliği vardı! Topluluk İngiltere’de Martel Ensemble adı ile çalarken Fransa’da ise L’Orchestre de Chambre de Manchester yani Manchester Oda Orkestrası olarak tanınıyordu.
Kemancı/Hoca/İşadamı İngiltere ve dışında çeşitli orkestra ve topluluklarda baş kemancılık ve şeflik yapan Malcolm Layfield aynı zamanda Kraliyet Müzik Koleji, İngiltere’nin en önde gelen lisans öncesi konservatuvarlarından gene Manchester’daki Chetham’s Müzik Okulu ve Huddersfield Üniversitesi’nde keman hocalığı yapıyordu. Ama dahası vardı. Malcolm ayrıca özellikle Fransa’dan şarap ve peynir ithal ediyor ve Fransa’da kültür tatilleri de pazarlıyordu.
1994 Turnesi Ben de 1992-1995 yılları arasında hem Martel hem de Goldberg ile çaldım ve 1994’teki Fransa turnesine katıldım. Bir Türk olarak Avrupa’da seyahat etmek kolay değil ve benim de Fransa için vize almam gerekiyordu. Malcolm’un yazdığı bir davet mektubu ile on dakikada vizemi aldım.
Güney Batı Fransa'nın Lot bölgesinde bir Orta Çağ kasabası: Martel (kaynak: internet)
Martel’e Yolculuk 20 Ağustos’ta Manchester’dan otobüs ile yola çıktık, Manş Denizi’ni o gece feribotla geçtik. Batı Fransa’nın harika kırsallarından geçerek 1300 kilometrelik yolumuzu tamamlayıp ertesi gün öğleden sonra Martel’e vardık. Biz, bir piyanist ve bir de şancı iki solistimiz ve Malcolm ile birlikte 18 kişiydik ve yanımızda otuz kişi kadar da tatilci vardı. Onlar tatile giderlerken bizi de yanlarında götürüyorlardı demek sanırım daha doğru olur. Tatilciler sevimli kırsal villalarda kalıyor ve her gün farklı yerlere, şarap bağlarına geziler yapıyorlar, şarap ve bölgenin ünlü pate au foie d'Oie yani kaz ciğeri ezmesinin tadını çıkarıyor ve her akşam da bizim konserlerimize geliyorlardı. Her konserde aynı seyircinin olmasınınsa bizim için en azından bir sonucu vardı: her akşam başka bir program çalmak.
Martel'de pazarın yer aldığı tarihî şehir meydanı
Martel O turnede 22-28 Ağustos arasında yedi günde sekiz tane konser verdik. Bunlardan iki tanesi Martel’in merkezindeki Pazar yerinde gerçekleşti. Tarihi Orta Çağ'ın başlarına uzanan bu güzel ve sevimli kasaba M.S. 732 yılındaki Puvatya Muharebesi (La bataille de Poitiers/Tours) sırasındaki büyük başarısından dolayı Fransızca’da çekiç anlamına gelen Martel lakabını almıştı.
Château de Béduer (kaynak: internet)
Gömlek Hikâyesi İlk resmî konserimizi 23 Ağustos’ta Célé nehri vadisine bakan, 13. yüzyıldan kalma Béduer Şatosu’nda (Château de Béduer) verdik. Benim olmadığı için konserlerde giymek üzere Malcolm’dan bir smokin gömleği almıştım. Kolalanarak güzelce ütülenmiş gömleği çantamdan çıkarmış tam giyinirken bir an kalbim tekledi: Eyvah! Gömleğin önünde iliklenecek düğmesi yoktu. Sadece ilikler vardı ve buraya aynı kol düğmesi gibi ayrıca düğme takmak gerekiyordu. Çok sevgili bir dostumun bana hediye ettiği keman şeklinde bir çift gümüş kol düğmem dışında başka düğmem yoktu. Fransa kırsalının ortasında altı adet smokin düğmesi bulma ihtimalimiz ise oldukça düşüktü! Sonuçta imdadıma seloteyp yetişti! Gömleği yakadan kemerime kadar gizli spotun altından teyple yapıştırdık ve konseri bu şekilde çaldım. Buraya kadar tamam da Ağustos sıcağında yaptığımız konserin sonunda gömleği çıkarırken göğsüme ağda da yapmış oldum!
Château de Béduer (kaynak: internet)
O hafta Martel ve Béduer’nin dışında Turenne, Gluges ve Sarrazac gibi sevimli kasabalarda konserler verdik. Konser programlarımızda Telemann süitler, Bach kantatlar, Mozart ve Haydn senfoniler ve çeşitli oda müziği eserlerinin yanı sıra John Tavener’ın The Protecting Veil’i (Koruyucu Duvak) gibi çağdaş eserler de vardı. Turenne kilisesindeki konserimizin son eseri de Haydn’ın "Veda" lakaplı 45 numaralı fa diyez minör senfonisiydi.
Turenne (kaynak: internet)
Veda Senfonisi
Haydn’ın 1772 yılında bestelediği bu senfoni Haydn’ın himayesinde çalıştığı Esterházy Prensi 1. Nikolaus’un Esterháza’daki yazlık sarayında uzun bir yaz sezonunun sonunda ortaya çıkmıştı. Prensin emrinde çalışan hizmetkârlar ve müzisyenler de bütün yaz aylarını prensin kışlık sarayının bulunduğu Eisenstadt’taki ailelerinden uzakta bu kırsal sarayda geçirmekten son derece sıkılmış ve yorulmuşlardı ama kimse de bu durumu prense söylemeye cesaret edemiyordu. Haydn bu durumu prense ima etmek için senfoniyi gittikçe yavaşlayan ve kadrosu küçülen bir grupla bitirmeyi seçmişti. Sahnede görevi biten müzisyenler mumlarını söndürüp tek tek sahneden ayrılıyorlardı. En sonda ise baş kemancı ve ikinci keman grup şefi, Haydn ve Tomasini, sahnede kalıyor ve senfoniyi bir duo şeklinde bitiriyorlardı. Prens Haydn’ın mesajını iyi anlamış olmalı ki hemen ertesi günü tüm saray erkânı ve çalışanlar apar topar toparlanmış ve Eisenstadt’taki kışlık saray dönmüşler.
24 Ağustos 1994 tarihindeki konserin programından (Orhan Ahıskal arşivi)
Malcolm’ın baş kemancı olduğu bu konserde ben de ikinci keman grup şefi idim. Konser günü öğleden sonra kilisede prova yaparken kilisenin ön tarafında iki tane kapı görmüş ve sahneden sırayla ayrılacak arkadaşların aynı Haydn’ın ondan 222 yıl önce planladığı gibi o kapıdan sessizce çıkmasına karar vermiştik.
Senfoninin sonuna yaklaşırken arkadaşlar sahneden ayrılmaya başladılar. Zaten küçük olan orkestra gittikçe bir düete kadar küçülürken gerilmemek elde değildi. Tam o sırada Malcolm’ın yüzü değişmeye başladı. Bir yandan çalmaya devam ederken bir yandan da diğerlerinin çıktıkları kapı yönünde bakıyor ve gittikçe rengi değişiyordu. Ben de ikinci kemanın sahnenin orta kısmındaki konumundan dolayı yüzüm seyirciye dönük olduğu için arkama düşen kapının orada ne olduğunu göremiyordum. Ama bir şeyler olduğu kesindi.
Senfoninin bitmesi ile Malcolm ve ben ayağa kalkıp selam verdik. O sırada gözümün bir kenarı ile arkamda neler olduğunu yakaladım: arkadaşların çıkmasını planladığımız kapının önünde uzun bir kuyruk vardı. Selam bitip seyirci salonu terk ederken durum netleşti: bizim, herkesin çıkması için seçtiğimiz kapı yalnızca küçük bir odaya açılıyordu ve içeriye çalgılarıyla giren arkadaşlardan dolayı oda çoktan dolmuştu. Duruma çare arayan genç bir arkadaş da odanın küçücük penceresinden bahçeye çıkmaya çalışmış ama orada sıkışıp kalmıştı. Böylece bizim Veda Senfonisi de veda edemeden biterek tarihe geçmiş oldu!
Yola düşmek günümüzde artık herkesin (yakın tarihe kadar) yaptığı ya da kolaylıkla yapabileceği bir şey. Yolculuk yapmak hem çok kolaylaştı hem de yaygınlaştı. Ama bu elbette her zaman böyle değildi ve zamanla bu hale geldi. Bu yüzden günümüzde yolculuk yapan herkesin bildiği bazı standart bilgiler de eskiden bu kadar bilinmiyordu, hem de 1980’lerde ilk defa yurt dışına çıkacak bir Türk için!
1 Ekim 1986 tarihinin bende özel bir yeri var. Benim için bir dizi “ilk”lerin bir araya geldiği bir gün 1 Ekim 1986. O gün ilk defa uçağa bindim. O gün ilk defa yurt dışına yolculuk yaptım. O gün ilk defa bir metro trenine bindim, ilk defa beş yıldızlı bir otelde kaldım.
Ülkemizin en köklü sanat kurumu olan Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın (CSO) Sovyetler Birliği’ne yaptığı on beş günlük turne için o gün yola çıktık. Türk Hava Yolları’nın sadece bizi taşımak üzere ayırdığı uçağımız sabahleyin Esenboğa Havaalanı’ndan havalandı. Varış noktamız Moskova’ydı.
Dönüş yolculuğunda kullandığım biniş kartı
Cam kenarında oturuyordum. Burnum cama yapışmış biraz şaşkınlık ve biraz da korku ile karışık yeryüzünü seyrettiğim için benimle aynı sırada oturan Gürer Aykal, Suna Kan ve Saim Akçıl’la konuştuğumu bile hatırlamıyorum. Kanatların sallantısını gördükçe uçağın bir kuş gibi kanat çırparak gidiyor olabileceğini de düşünmemek elde değil. Tavsiyeleri dinleyip kahvaltıda getirilen yumurtayı yemedim. Karadeniz’in peşinden Ekim ayı ile birlikte koyu turuncu bir renge bürünmüş olan ve on bin metre yükseklikten kadife bir kumaş gibi görünen uçsuz bucaksız kayın ormanlarının üzerinden üç saat içinde Moskova Şeremetyevo Havaalanı’na indik. Saat 12.10. Notlarıma göre:
“Uçmak harika bir şey! Hele inmeden önce uçağın bizim tarafa doğru yattığı sırada gördüğüm manzarayı hayatım boyunca unutamayacağım”.
Sonradan gezdiğim yerlerle ilgili tarih ve mimari defterlerine dönüşen defterlerimin ilk sayfası.
Ama görüyorum ki aradan geçen yıllar bu manzarayı kafamın derinliklerine atmış ya da yüzlerce başka uçuştan enstantanelerle harmanlamış. Şimdiki gibi akıllı telefon falan yok, hatta cep telefonu diye bir şey bile duymamışız henüz. Elimdeki Sovyet yapımı fotoğraf makinesindeki sayılı film kareleri de iki haftalık turnenin özel anlarına rezerve edilmiş durumda.
Sovyetler Birliği’ne 110 kişilik bir kafile ve düzinelerle çalgı ile giriş yapmak devlet davetlisi olmamıza rağmen kolay olmayacaktı. Pasaporttan geçerken genç, ifadesiz yüzlü pasaport görevlisinin bir pasaportuma bir suratıma bakarak “Macar mısın?”, “Polonyalı mısın?” diye sorarcasına “Magyar?”, “Polski?” gibi tek kelimelik sorular sorduğunu benim de her defasında aynı cinslikle “Türk!” diye cevap verdiğimi iyi hatırlıyorum. Öyle ya, elinde koskoca T.C. yazan benim ilk pasaportum olan gri pasaport yok muydu?
Benimle Sovyetler Birliği'ne gelen ilk pasaportum
Pasaport kontrolünden sonra gümrük işleri çok daha zorlu olacaktı. Geçmişte çok değerli çalgılar ülkeye sokulan ucuz çalgıların yerinde yurt dışına kaçırıldığı için şimdi ülkeye sokulan her çalgının yapımcısı, yapım yılı ve o çalgıyı bireysel olarak kimlik tespiti yapılmasına yarayacak renk, çizik, çatlak gibi belirleyici bilgiler de tek tek not ediliyordu. Bizimkiler gibi küçük çalgıların işlemleri birkaç saat içinde tamamlandı ama orkestranın gümrükten çıkması on saati aşkın sürdü.
Bizler, orkestra ile birlikte turneye katılan 10-12 sahne görevlimizi yolculuğun başından itibaren yanımıza tercüman, mihmandar (ve muhtemelen de gözetmen!) olarak verilen ve Türkçe konuşan bir o kadar da rehberin bazılarını havaalanında gümrük işlemlerini tamamlamak için bırakıp Moskova içindeki ilk yolculuğumuza başladık. Her şey çok büyüktü burada. Dev gibi yüksek ve geniş binalar, otoyol boyutlarında caddeler, sonu görünmeyen parklar ve kocaman anıtlar arasından otelimize vardığımızda hava artık kararmaya başlamıştı.
Rusya'nın en büyük oteli, 1777 odalı Hotel Kosmos (kaynak: internet)
Önünde indiğimizde metalik dış kaplamasından ve her yerde yanan ışıklardan dolayı pırıl pırıl parlayan 25 katlı ve yarım daire şeklindeki bu devasa yapı yol boyunca gördüğümüz büyük yapılar arasında muhtemelen en yeni ve modern görünüşlü olanıydı. Otelimiz 1980 Yaz Olimpiyatları için inşa edilmiş olan Kosmos Otel’di. Turneden altı ay önce turneye tek tek kimlerin katılacağı Sovyet devletine bildirilmiş, haftalar önce de kimlerin oda paylaşacağı netleşmişti. Böyle kurumsal gruplarda kıdem ve yaşla bağlantılı olarak hiyerarşik bir düzen vardır. Yani biz gençlere sıra gelmesine biraz zaman vardı. Bu arada söylemeyi unuttum: 110 kişilik bu kafilenin en genci bendim. Yani oda numaramızı öğrenip anahtarımızı almak için daha birkaç saat beklememiz gerekecekti.
Kosmos Otel oda kartı, ön
Kosmos Otel oda kartı, arka
Odamız 21. katta ve ön cephedeydi. Odaya girer girmez camın önüne gidip akşam karanlığında pırıl pırıl parlayan Moskova’ya hayranlıkla bakmış, 21. kattaki benle yer arasında sadece burun buruna durduğum bir cam olduğunu fark ettiğimde de içimde derin bir sızlama olmuştu!
Otelin hemen karşısında, Mira Caddesi’nin karşı tarafında üzerinde 400’ü aşkın yapı bulunan Moskova’nın ünlü fuar alanı Vdnkh ve yakınında da Sputnik 1 uzay aracının fırlatılmasından sonra yapılan Uzayı Fethedenler Anıtı’nın titanyum kaplı gövdesi parlıyordu. Bunlardan daha da yakın bir noktada içerisine çok sayıda insanın girip çıktığı yuvarlak bir yapı daha vardı. Bende ilk bakışta bir tiyatro ya da sinema salonu izlenimi yaratmıştı.
Odada fazla oyalanmadan bir keşif gezisine çıktım. Mira caddesini geçip yuvarlak binaya geldiğimde orkestradan birkaç büyüğümün de orada olduğunu gördüm. Birlikte içeri girdik ve şaşkınlık içinde buranın bir metro istasyonu olduğunu fark ettik. Jetonlarımızı alıp (5 Kopeek) yürüyen merdivenlere geldiğimizde hepimizin ağzı açık kaldı. Merdivenlerin nerede bittiğini göremiyorduk desem? Vdnkh metro istasyonundaki yürüyen merdivenlerin 140 metre uzunluğunda olduğunu ve 55 metre derinliği ile Moskova Metrosu’nun bir dönem en derin istasyonu olduğunu ise yıllar sonra öğrenecektim.
Vdnkh metro istasyonu (Kaynak: internet)
Moskova'ya dönüşümüzde Kızıl Meydan'da (Orhan Ahıskal arşivi)
O gece Kızıl Meydan civarında kısa bir gezi yaptıktan sonra otelimize döndük. Günün heyecanından tuvalete bile gitmeyi unutmuştum. Tertemiz odamızın tuvaletine hızla girdiğimde işte o yazı ile karşılaştım. Klozetin kapağı kapalıydı ve onu bir hediye paketi gibi saran bir kağıt bandın üzerinde İngilizce olduğunu tahmin ettiğim ama ne anlama geldiğini bilmediğim bir söz yazıyordu: Disinfected!
Muhtemelen böyle bir görünüm.
Bozuk tuvaletli oda bula bula bize düşmüştü. Çaresizlikle tuvaletten çıktım. Acilen tuvaleti çalışan başka bir oda bulmam gerekiyordu. Saat geç olmuştu, 1777 odalı şehir kılıklı bu otelde kimin hangi odada kaldığı hakkında bir fikrim de yoktu. Çözüm olarak ne yaptığımı anımsamıyorum. Disinfected (Türkçe okunuşuyla okuyun) kelimesi ne kadar zaman sonra kafamda tekrar ederken yavaş yavaş dezenfekte’ye dönüştü onu da hatırlamıyorum. Ama gördüğünüz gibi yola düşmek eskiden çok daha zordu, bazıları için!
Doksanlı yılların ortaları idi. İngiltere’de eğitimimi sürdürüyordum. Arada bir televizyon buldukça izlediğim ve çok da sevdiğim bir doğaçlama komedi programı vardı: Whose Line is it Anyway? Bu kavramı ilk defa programın sunucusu Clive Anderson’un ağzından duyduğumu çok iyi anımsıyorum: Information Superhighway yani Bilgi Süperotoyolu. Sonradan bu kavramın bugün hayatımızın ayrılmaz bir parçası olan İnternet’in doksanlı yıllardaki isimlerinden biri olduğunu öğrendim.
Örütbağ Uzun sürmedi, sadece birkaç yıl içinde, doksanlı yılların son çeyreğinde artık çoğumuzun e-posta hesapları vardı. Aradan geçen yaklaşık yirmi yıl içinde bütün dünyamız değişti. Otuz yıl önce biz sokaktaki insanların aklımızın köşesinden bile geçiremeyeceğimiz şeyler şimdi mümkün oldu. İnternet, ya da Türk dili ve kültürü savaşçısı, bilim adamı Türk Aynştaynı Oktay Sinanoğlu’nun ağzıyla örütbağ, bize sınırları belli olmayan bir iletişim olanağı sağlarken aynı zamanda da uçsuz bucaksız bir bilgi kaynağı, müzik dinleme ve film izleme olanağı haline geldi.
Artık, Perulu nikâh şahidimize bizim saatimizle akşamleyin “günaydın” diye göz kırpan bir emoji gönderirken bir yandan da İnternet üzerinden görüntülü konuşmada sessizce bizi seyreden annemize de onun o çok sevdiğimiz üzümlü kekine hangi malzemeleri koyduğunu sorabiliyoruz. Bahçemizde henüz açmış güllerimizin resmini anında bizi takip eden belki binlerce sosyal medya “arkadaşımıza” “iyi haftalar” diye bir mesajla gönderirken kırk, belki elli, belki de altmış yıldır görmediğimiz bir ilkokul arkadaşımızın vefatını öğrenip geçen yıllar için hayıflanabiliyoruz. Annemiz, babamız, ailemiz ve tanıdıklarımız, ve hatta hiç tanımadan İnternet üzerinden tanış olduğumuz “arkadaşlarımız” yaşamımızla ilgili önemli önemsiz her şeyi de sosyal medya üzerinden görebiliyorlar (elbette biz paylaştığımız sürece). Ailesinden uzak yaşayanların haftada bir postanede telefon numarasını yazdırarak konuşmak için beklediği, yurt dışında yaşayanların ankesörlü telefonlardan Türkiye’yi daha ucuz arayabilmek için hazır kartlar alıp bunların üzerindeki düzinelerle sayıyı dikkatlice tek tek çevirip annemizin evde olmasını umduğu zamanlar artık çok geride kaldı. Çocuklarımız bu durumları kavrayamıyorlar bile…
Kirli İnternet İnternet, iletişimin yanı sıra, bugüne kadar dünya tarihinde görülmemiş bir bilgi kaynağı olarak da hayatımızı kontrol aldı. İstatistikler, gelişmiş ülkeler bile dahil olmak üzere dünya nüfusunun büyük bir kısmının haberlerini İnternet'ten, çarpıcı şekilde, bilindik gazeteler ve haber kanallarından değil de sosyal medyaya virüsler gibi yayılan, gerçekliği, içeriği tartışılır kaynaklardan aldığını söylüyor. İşte yazımızın esas nedeni de bu: İnternet hepimize uçsuz bucaksız bir kaynak sunarken beraberinde de aynı şekilde uçsuz bucaksız bir bilgi kirliliği getiriyor.
Öyle ki, Amerika Birleşik Devletleri’nde bile başkanlık seçimlerinde bazı dış kaynakların sosyal medya yoluyla Amerikan seçmenlerini manipüle ettiği iddiasıyla ilgili soruşturmalar yapılıyor, bir çok başka ülkede de gerçeği yansıtmayan yasa dışı propaganda çalışmaları yapıldığı su yüzüne çıkıyor. Şimdi sadede gelecek olursak bizim Guido ve hecelerinin de işte böyle bir bilgi kirliliğine kurban gittiğini görünce aydınlatma amacı ile bu yazıyı sizlerle paylaşmak istedim.
Dostlara teşekkür Konuyu benim dikkatime dikkatli birkaç dostum getirdi. İnternet'te gördükleri bir paylaşıma şüphe ile yaklaşıp paylaşılan bilginin gerçekliğini bireysel yollarla bana danıştılar. Kendilerine bahsi geçen konunun bilinen gerçeklerini paylaşacağımı söylemiştim ve şimdi bu sözümü tutuyorum.
Bir takım yanlış bilgilerin de Doğrusunu Bil gibi bir logo ile sunulması da ayrıca trajikomik!
Romantik astronomi İnternet'te kısa bir araştırma yapınca karşımıza yukarıda birkaç örneğini bulduğum bu bilgiler çıkıyor. Anlaşılan şu ki muzip bir şahıs, nota isimleri ile ilgili ya gerçeğini bilmeden uydurduğu ya da, daha da kötüsü, gerçeğini bildiği ama nedenini bilmediğimiz bir amaçla bu yanlış bilgileri İnternet'e koymuş. Bu, gökler, evren, mucize, Samanyolu gibi kulağa çok romantik ve sanki gerçekçi gelen ama tamamıyla uydurma bilgiyi gören bazı başkaları da, belki de reklam amacı ile, bu yanlış bilgileri sorgulamadan alıp kendi isimleri ile birlikte tekrar İnternet'te, özellikle de sosyal medya ortamlarında paylaşmışlar. Kim bilir, belki çevrelerinde kısa yaşayan bir heyecan yaratıp bununla bir şekilde tatmin olmaya çalışmışlar.
Bu kişiler, amaçları ne olursa olsun, karşılarındaki yüzleri görünmez, bilgiye aç, çok sayıda insanın da iyi niyetlerini kötüye kullanmış ve onların bu konudaki bilgisizliğiyle alay eder konuma düşmüşler. Herkesin her konuda bilgili olması elbette beklenemez ve ben kendi adıma karşımdakinin beni aptal yerine koymasını ağır bir hakaret sayıyorum. İnternet evreninde küçücük bir düzeltme de olsa biz üstümüze düşeni şimdi yapalım.
Notasyondan önce Avrupa müziğinde notasyonun yani sesleri/müziği kağıt üzerinde yazarak kaydetmenin ortaya çıkışı ve gelişimi yüzyıllar sürmüş bir olay. Notasyondan önce tüm müzikler, aynı geleneksel müziklerde olduğu gibi, ağızdan ağza aktarılıyor ve öğreniliyordu. Sevilli din adamı St. İsidoro (c. 560 – 636) bu durumu
“Sesler, insanlar tarafından hatırlanmazsa yok olurlar zira onları yazmak mümkün değildir” şeklinde özetlemiş.
Kiliseden çok daha önce Antik Yunan’da ve hatta Sümer’de farklı notasyon şekilleri olduğunu bilmekle beraber bugün kullanılan notasyonun temeli olan en eski notasyon çalışmaları dokuzuncu yüzyılda görülüyor. Burada Latince hareket, jest anlamına gelen neume'ler ilahilerin sözlerinin üzerine yerleştiriliyor ve yalnızca melodinin yönünü gösteriyorlarmış. Yani sabit sesleri ve ritmleri belirtmek henüz mümkün değilmiş. Bu şartlar altında melodiler de ezberlenmek zorundaymış. Sonra tek çizgili notasyon başlamış. Parşömen kağıdı üzerine yatay bir çizgi kazınıyor sesleri belirten neume'ler de aralıklara göre bu çizgiye farklı uzaklıklara yerleştiriliyormuş. Ama bugünkü gibi kesin sesleri belirtmek gene de mümkün değilmiş.
Bir Benediktin keşişi olan Guido'nun doğduğu ve yaşadığı söylenilen ev, Arezzo, İtalya. Foto: Orhan Ahıskal, 2019
Adamımız Guido!
On birinci yüzyılda gelindiğinde fa sesi için kırmızı, do sesi için de sarı birer çizgi kullanılıyormuş. Bu çizgilerin sol başına da bugün kullandığımız açkı ya da anahtarlar gibi fa ve do’yu belirten harfler konuluyormuş. İtalya'nın Toskana bölgesindeki Orta Çağ şehri Arezzo’dan geldiği düşünülen Guido d’Arezzo yani Arezzolu Guido isimli bir keşiş, kırmızı ve sarı çizgilere iki tane de siyah çizgi ekleyerek günümüzde kullandığımız beş çizgili dizeğin ilk versiyonunu geliştirmiş.
Micrologus Getirdiği yeniliklerin hoş karşılanmaması üzerine eğitim aldığı Pomposa’dan ayrılan Guido, Arezzo Piskoposu’nun isteği üzerine 1025-26 yılları arasında notalar, aralıklar, ses dizileri, kompozisyon ve doğaçlama gibi konuları kapsayan temel bir müzik eğitim kaynağı olan Micrologus de disciplina artis musicae’yi yazmış. Micrologus, Boethius’un yazılarından sonra, Orta Çağ boyunca en yaygın kullanılan müzik eğitim kaynağı olarak kalmış.
Guido'nun doğduğu evin üzerindeki plaka Guido'nun notalarını ve isimlerini gösteriyor. Foto: Orhan Ahıskal, 2019.
Solmizasyon Guido’yu, Micrologus ile birlikte, müzik tarihine mâl eden en önemli konu ise bugün ülkemizde ve özellikle de Latin ülkelerinde kullanılan nota isimlerini bulmuş ve solfej kavramının temelini atmış olması. Guido, bu isimleri (ut, re, mi, fa, sol, la) Ut queant laxīs olarak bilinen ve Vaftizci Yahya (St. John the Baptist) için yazılmış bir ilahiden almış. Peki bu ilahinin sözlerinde gökler, güneş sistemi, mutlak gibi zırvalıklar mı var? Tabii ki hayır. Orijinali Latince olan ilahinin birinci kıtasının sözleri ve yaklaşık anlamları şöyle:
İlahinin yazıldığı tarihlerdeki neume'ler içeren notasyonu.
Öyle ki sana hizmet edenler, rahat seslerle, senin yarattığın mucizeleri anlatabilsinler, günahla kirlenmiş dudaklarını temizleyebilsinler, Aziz Yohannes!
İlahinin günümüz notasyonu ile yazılışı.
Latince ilahi Sözlerinin, sekizinci yüzyıldan Guido’nun kendisi gibi bir Benediktin keşişi olan Paolo Diacono’ya ait olduğu düşünülen ve melodisini ise Guido’nun bestelediğine inanılan ilahide her satırı o zaman kullanılan altı sesli dizinin (hexachord) her bir sesinde (do, re, mi, fa, sol, la) başlıyor.
Ut mu do mu?
Do isimli bir nota henüz yok, ut var. Bugün do dediğimiz nota ise, sonu ünlü bir harfle bittiği ve dolayısıyla solfej yapılırken sonu açık söylenebilmesi açısından yalnızca 1600’lü yıllardan itibaren kullanılmaya başlanmış. Sancte Iohannes’in (J ve I harfleri Latince’de karşılıklı değiştirilebilir olarak kullanılıyor) ilk harflerinden oluşan si ismi de do ile yakın zamanlarda diatonik dizinin oluştuğu dönemde yedinci ses olarak eklenmiş. Guido, geliştirdiği bu sol-mi sistemi ile daha önceleri on yıl sürebilen kilise şarkıcılığı eğitiminin bir yılda tamamlanabileceğini de iddia etmiş.
İşte sevgili okurlar konunun bilinen gerçekleri bunlar. Bu küçük örnek İnternet'te, özellikle de Sosyal Medya'da karşımıza çıkan her türlü bilgiye şüphe ile yaklaşmamız ya da en azından görür görmez doğru olarak kabul etmememiz gerektiğinin bir göstergesi. Ama görülen o ki aradan bin yıl geçmesine rağmen Arezzolu Guido’nun ünü her geçen gün artıyor.
Don Juan, Tod und Verklärung, Till Eulenspiegels lustigeStreiche, Also sprach Zarathustra, Don Quixote, Ein Heldenleben, Eine Alpensinfonie… Birçoğunuzun aklından geçen isim doğru: evet, Richard Strauss’tan bahsediyorum.
Richard Strauss 1890 yılında
Senfonik şiirlerinde ölümü ve ölümden sonraki başkalaşımı, bir Alman halk kahramanının başına gelen komik olayları, Nietzsche ve Cervantes’in hikâyelerini, Alp Dağlarında tırmanmaya gidip dağlarda kaybolan bir yürüyüş ekibinin dağdaki maceraları gibi konuları müzik ile betimleyen Alman besteci Richard Strauss 1864 yılında Münih’te doğmuş. Strauss’un Münih’in merkezinde doğduğu ev İkinci Dünya Savaşı’nın sonundaki müttefik bombardımanlarından birinde yıkılmış ama annesinin ailesi Pschorr’ların eski bira fabrikası ile lokantasını günümüzde görmek mümkün.
Zaten iki kardeşe ait olan ve 1972 yılında birleşen iki bira fabrikası Hacker ve Pschorr artık ortak bira üretiyorlar.
Kendisine büyük şöhret getiren senfonik şiir janrından sonra opera janrına yönelen Strauss yirminin üzerinde de sahne eseri yazmış. Bunlar arasında Der Rosenkavalier, Salome, Elektra, Ariadne auf Naxos ve Die Frau ohne Schatten operaları en çok tanınan ve sevilenleri diyebiliriz.
İngiliz illustratör Aubrey Beardsley'in Salome'nin ilk İngiliz edisyonu için yaptığı çizimlerden biri.
Salome
Bestecinin üçüncü operası ya da daha doğru tanımı ile müzik draması olan Salome, İngiliz yazar Oscar Wilde’ın 1891 yılında Fransızca yayınlanan aynı isimli tiyatro oyununa dayanır. Strauss, Hedwig Lachmann’ın Almanca çevirisinden librettosunu ise kendi yazmış. Tek perdelik ve yaklaşık bir saat 45 dakikalık bu eser 1903-1905 yılları arasında yazılmış ve ilk olarak 9 Aralık 1905’te Dresden’de sahnelenmiş. Tartışmalı konusu nedeni ile başta İngiltere olmak üzere birçok yerde önceleri yasaklanan ya da sansürlenen eseri Gustav Mahler Viyana’da sahnelenmesini istemiş ama eser burada da sansürlenince Avusturya’daki ilk sahnelenişi gene Mahler’in çabaları ile 1906’da Graz’da gerçekleşmiş. Müzik tarihi için önemli diyebileceğimiz bu akşamda temsili bestecinin kendisi yönetirken temsili izleyenler arasında Arnold Schoenberg, Giacomo Puccini, Alban Berg ve Mahler de varmış.
Strauss Fıskiyesi'nin yapımını belirten taş plaka.
Fıskiye Münih’in merkezindeki ünlü Marienplatz’ın yakınında, Eski Akademi Binası önünde sütun biçiminde bir fıskiye vardır. Tepesindeki yayvan çanağa biriken suların sütunun çevresinden aşağıya aktığı bu fıskiyenin ne olduğunu fark etmeden her gün binlerce insan geçer, turistler önünde fotoğraf çektirir, havalar yumuşadığı zaman çevreye konulan metal sandalyelerde dinlenmek için oturur. İşte Strauss’un 1864 yılında doğduğu yerin hemen karşısında Neuhauser Caddesi’ndeki bu sütun Strauss Fıskiyesi (Straussbrunnen)’dir.
Neuhauser Caddesi'nde St. Michael Kilisesi ve Strauss Fıskiyesi'nin bulunduğu alan.
6 metre yüksekliğindeki bu bronz sütun Strauss'a bir anıt olarak 1962 yılında Hans Wimmer tarafından yapılmış. Bestecinin belki de en ünlü eseri Salome’ye de bir övgü olan fıskiye bu operadan çeşitli sahneler içerir. Wimmer, konu ile ilgili bazı replikleri de sütunun üzerinde yazmış.
Neuhasuer Strasse'deki Strauss Fıskiyesi. Fotoğraf: Orhan Ahıskal
Richard Strauss'un Onuruna. Fotoğraf: Orhan Ahıskal
Opera Olay M.S. 30 civarında Kral Herod’un Kudüs’teki sarayında geçer. Prenses Salome, Herod’un karısı Herodias’ın kızı, Herod’un da üvey kızıdır. Herod kendi kardeşini öldürmüş ve karısı ile evlenmiştir. Ama bir yandan da Salome’yi arzulamaktadır. Dolunayın olduğu bir akşam Salome Herod’dan kaçmaya çalışırken yer altından gelen bir ses duyar. Bu Herod tarafından bir kuyuya kapattırılan Jochanaan’ın sesidir.
(Jochanaan: MS 27 yılı civarında İsa Peygamber'i vaftiz ettiğine inanılan Hıristiyanlarca aziz ve bazı Müslümanlarca da peygamber olarak kabul edilen Vaftizci Yahya ya da Yuhanna)
Salome, Jochanaan ile konuşmak ister ama Herod kuyunun kapısının açılmasını yasaklamıştır. Salome nöbetçi askerlerden biri olan Narraboth’u kuyunun kapısını açmak için ikna eder. Jochanaan kuyunun kapısında belirir ve Herod’un Herodias ile yaptığı evliliği kınar.
Jochanaan: Neden bana o göz alıcı göz kapaklarının altındaki altın gözleri ile bakıyor? Geri git Babil’in kızı. Tanrı tarafından seçilmişin yanına yaklaşma. Sarayda koşturan ölüm meleğinin kanat çırpışını duyuyorum. Fotoğraf: Orhan Ahıskal
Jochanaan Salome'ye ilgi göstermez. Salome ise bu kutsal adamdan etkilenmiştir. Onu öpmek için yalvarsa da Jochanaan kuyuya geri döner.
Salome Jochanaan'a baştan çıkarmak için dil dökmektedir: Senin vücudun gümüşten ayakları olan fildişi bir sütun gibiydi. Fotoğraf: Orhan Ahıskal
Herod ve Herodias gelirler. Herod, Salome’yi kendisi için dans etmeye ikna etmeye çalışır (Tanz für mich!). Salome’ye ne isterse vereceğini taahhüt eder. Salome üzerindeki tülleri yavaş yavaş çıkardığı ünlü Yedi Duvak Dansı'nı yapar.
Salome'nin ünlü Yedi Duvak Dansı (Tanz der sieben Schleier). Fotoğraf: Orhan Ahıskal
Herod çok mutlu olmuştur ve Salome’ye kendisinden ne istediğini sorar. Salome Jochanaan’ın kafasının gümüş bir tepside kendisine getirilmesini ister.
Salome Herod'dan Yahya'nın kafasını ister: Ich will den Kopf des Jochanaan. Fotoğraf: Orhan Ahıskal
Herodias bu talepten memnundur ama Herod kutsal bir adamı öldürmekten korkar ve Salome’yi başka bir şey istemesi için ikna etmeye çalışır. Salome bu kararından vazgeçmez. Jochanaan’ın başı kesilerek gümüş bir tepside Salome'ye getirilir.
Jochanaan'ın başını getiren cellat ve azizin başsız gövdesi. Bütün opera boyunca arka fonda olaylara eşlik eden dolunayın önünde. Fotoğraf: Orhan Ahıskal
Salome sapkın bir sarhoşlukla kesik başı ağzından öpmeye başlar.
Durumun sapkınlığından rahatsız olan Herod askerlere Salome’yi öldürmelerini emreder.
Askerler Salome'yi öldürürler. Fotoğraf: Orhan Ahıskal
ABD'nin Connecticut Eyaleti'nde düşük bütçeli bir opera topluluğu olan Connecticut Concert Opera Salome'yi 2001 yılı baharında sahneledi. Bu yapımda hem finansal nedenlerden hem de temsilin yapılacağı kilisenin mekan darlığından dolayı küçültülmüş bir orkestra kullanıldı. Bu durumda orkestraya dahil edilemeyen bazı çalgıların partileri mevcut çalgılara paylaştırıldı. Başkemancılık yaptığım bu yapımda çeşitli piccolo partilerini kemanda çaldığımı anımsıyorum. Çok emek verdiğim bu temsilden beri Salome'nin benim için özel bir yeri var. Strauss'un zor olduğu kadar da çarpıcı müziği beni daima çok etkiliyor. Gerek Oscar Wilde ile edebiyat tarihinin ve gerekse de Richard Strauss ile müzik tarihinin bu başyapıtını dinlemenizi ya da izlemenizi salık veririm. Yolunuz Münih'e düşerse de turist kalabalıklarının bilmeden baktıkları bu fıskiyeye siz başka bir gözle bakarsınız.
Ruşen Güneş, former principal viola player with the BBC Symphony, London Philharmonic and various other London orchestras, was awarded a lifetime achievement award in 2014 by the Ankara-based Sevda-Cenap And Music Foundation. As part of this award I wrote a biography of Güneş, titled Viyola Düştü Yola (Viola Hit the Road), which was published in 2015.
The following blog entry is a translation of a small part of the book that talks about Güneş's birth and his family's origins at Beypazarı, a small and historic town in Central-western Anatolia. This section, written in a fictional feel, is an amalgamation of several personal accounts of the Güneş family members. Please click on the photos to enlarge them.
They were living in a two-storeyed house across the main post office. The house was partly occupied by a great uncle’s family. There was a garden in front of the house that was surrounded by a high wall. Walking on the side street across the post office the house door was reached as soon as one passed the high wall of the garden.
The house across the post office where the Güneş family lived in Beypazarı. Photograph: Orhan Ahıskal
A small, blue plaque on the old and crooked wooden door of the house read 2. Once in the house a steep and narrow staircase lead to the first floor where the family lived. There were only two rooms off the landing at the end of the staircase. Their first child, a baby girl named Ayşen, was born in 1937 at the family's summer home, the vineyard house. Now, three years later, they were expecting their second child. Would it be a girl or a boy? Well, as long as it was a healthy baby the gender of the child did not matter. Or, so thought everybody. But Gülşen was quietly hoping for a baby boy somewhere deep in her heart. She had spent much effort and turned the large room across the stairs into a baby’s room. She had sewn new curtains and embroidered duvets with her own hands. This came naturally to her, she was a dressmaker.
The room which was prepared for Ruşen by his mother. Photograph: Orhan Ahıskal
Within a week of the birth, her husband Kâzım Bey came from Ankara where he had very recently started working and took his wife Gülşen and the little Ruşen with him back to Ankara. Family members were rather surprised with his decision to take a postnatal woman on a tough road trip. Ankara was only about a 100 kilometre away but in those days it took seven hours for a bus to go to Ankara. And it was not an easy trip. The Ayaş Pass, midway to Ankara, with the road curving around so much was enough to make one throw up or at least feel dizzy and nauseous.The room with the heating stove, where Ruşen was born.
However, no one would have guessed that this would actually be an auspicious decision. Kâzım Bey must have forebode. In less than a week after their trip a major fire had broke out in town center and had rapidly spread in the direction of the main post office across their house. The trucks and personnel of the local fire brigade was not enough to put out this big fire and further had to be requested nearby towns. As a precaution houses on the path of the fire had been evacuated, all the furniture had been moved to other houses, including those of Gülşen's beautiful baby’s room. The fire had consumed the traditional partly wooden houses so fast that in a short period of time over a hundred and thirty houses had been burned down. The fire brigade had only been able to stop the fire just three houses away from little Ruşen’s room.
The other side of their house where the family of the great uncle lived. Photograph: Orhan Ahıskal
Güneş Dede (grandpa Güneş) and family Güneş Her husband’s family was known as the Attars. Some thought this was because of the family trade as attar, a shop that sells spices, teas and perfumes. Others believed that this was due to the family’s origins as Crimean Tatars and attar was a deviation from Tatar. The name Güneş, meaning the sun, on the other hand originated with Güneş Dede seven generations earlier. He was the one who had traveled south from Crimea, first to the island of Crete and then to Izmir on mainland. No one knows how and why he had ended up here at Beypazarı, more than 600 kilometers inland from the Aegean coast. Perhaps the exceptionally fertile lands of the region had attracted him.
Locals revered Güneş Dede very much almost like a local saint and regularly placed candles at his tomb. The tomb was in an exceptional location overlooking the whole valley, at the foot of the rocks which were shaped like huge vertebrae. His was the only tomb up there, where it stood bravely against severe colds and winds, and to time and loneliness.
Güneş Dede's tomb above the valley. Photograph: Orhan Ahıskal
It is said that Güneş Dede had a special talent that he could cure skin diseases by touching and praying. This was still true according to family members. By using the soil from the tomb, skin problems such as eczema, warts and similar diseases could be cured. Gülşen had heard that her husband Kâzım Bey’s sisters also possessed this gift. She may not have believed if she was told that their daughter Ayşen would also be able to make warts disappear by repeating certain prayers in a matter of few days. However, this was a gift from Güneş Dede to his family.
Güneş Dede's tomb overlooking the valley. Photograph: Orhan Ahıskal
Beypazarı (the chieftain's market) The most fertile lands in Anatolia were around Beypazarı. In olden times the town was on the İstanbul-Baghdad main trade route. Ottomans had used it as a military garrison and had stationed their fief-holding cavalry corps here. The town’s center was established on the easier-to-settle plains and valleys stuck between pointy volcanic hilltops that resembled dinosaur Vertebrae. Because of this strange feature, in the ancient Luwian language, a language similar to the Hittite language of the same region, the town was called Lagania meaning the Land of the Rock Summit.
Photograph: internet
Kâzım’s parents Zeki Efendi and his wife Hatice Hanım lived below these grand rocks toward the town center right across from the post office. Theirs was a big family. They had had eight children, but their second child Lütfiye, after the oldest Niyazi, had suddenly and unexpectedly died without an apparent cause at aged eighteen. Neighbours were shocked after hearing the bad news but thought that it must be the forty-day-old Semiha who must have died as infant deaths were much more common. It was not easy to believe a healthy and strong eighteen-year-old as Lütfiye could possibly just drop dead. The forty-day-old Semiha was to live well into her eighties and survive all of her siblings.
Kâzım Bey’s younger brother Kâmil had gone to the United States and was not heard from for seven years. He had turned up one day unexpectedly and had brought gifts for everyone. Ruşen was going to remember the leather coat his uncle had brought him and how the people were looking at him on a public bus in a poem years later.
Bağevi, the vineyard house. Photograph: Orhan Ahıskal
Vineyard House (bağevi) The Güneş family used to spend the winter in the house near the town centre but the children’s favourite was the vineyard house that was only about six hundred metres away. As soon as the weather improved in late spring the family used to move there for the summer. They had to move all the mattresses, pillows and sheets because as soon as the schools closed not only their own family but also all the cousins and relatives would also gather here. Summer holidays were the most colourful times at the vineyard house. The craze of running to the coastal areas or having a summer house near the beach had not yet started in the 1940s.
Ruşen's youngest aunt Semiha and the vineyard house. Photograph: Orhan Ahıskal
The vineyard house was right in the middle of the wide plain below the slopes where the town was situated. Surrounded by all the green fields and fruit orchards it seemed like an oasis next to the barren hills. The house was made of mud bricks and wood as most of the houses in this region. They had originally planned it as a three-storeyed-house but an unexpected heavy rainfall had melted the mud bricks while Zeki Efendi was building the second floor. Because of that, the ceiling of the second floor could not have been built high enough to be actual floor. Instead, they had placed a long hall that laid right across in the centre of the house and above the four rooms at each corner of the second floor. This long hall was the most crowded and the most cheerful part of the house as all the children, numbering more than ten, would sleep here on a line of mattresses rolled-out on the floor. The hall had the feeling of the dormitory of a boarding school and probably similar to the dormitories Ruşen was to find at the conservatory in Ankara, where he spent nine years as a student.
Güneş family's vineyard house from the back garden. Photograph: Orhan Ahıskal
The vineyard house had two doors, one at the front facing the wide path which pretended to be a little street and the other that opened to the garden. It was a different world within the garden walls. There were many fruit trees here; fig, quince, apple, mulberry, sour cherry and wild apricot. There were no apricot trees but many grapes, on one side green and on the other blue, delicious grapes. There was so much fruit on these trees during the summer that the branches would be leaning down toward the ground. This was a very fertile land with much water. There was bubbling waters running all around. A small irrigation canal used to run next to the house and through the garden. This little canal, dug in the ground and walled with rocks on the sides, entered the garden under one of the walls and made a 90-degree angle as soon as it passed the house heading to the neigbouring gardens. When it was time to water the garden, this ice-cold running water that came from the mountains would be blocked by a big rock and as soon as the watering ended it would be let go to rejuvenate other gardens on its way.
Now fully dried up this irrigation canal ran through the garden and once gave life to so many trees and plants. Photograph: Orhan Ahıskal
There was always a table where the canal would make the angle during the summer season. With the cold water running next to it and under all the tree branches this was the coolest point in the whole garden. The table was also very close to a shaggy hut which leaned on the garden wall built of rocks and stones of all sizes. The hut housed the stone oven. Gözleme, bread and the famous kuru of Beypazarı (a kind of buttery, non-sweet biscotti) were baked in this oven. Fresh milk would be mixed with butter and flour in a wooden basin and then the yeast would be added. Once the enticing scents coming from the oven began to fill the air all the children from around would gather to get a taste of the baked goods.
Famous kuru (dry cracker) from Beypazarı. Photograph: internet
They used to keep two cattle here. These would be tied to the two rings attached to the walls of the house. The milk collected from the cows would be kept in a chamber behind the stone for two days and, in order to keep it from spoiling, would be boiled twice a day. The useful invention of the refrigerator had not yet arrived here. A thick layer of cream would form on top of the boiling milk. The children loved to spread this cream on bread and eat it with jam.
The rings where the cattle would be tied. Photograph: Orhan Ahıskal
Outside the garden door stood a tremendous mulberry tree. This is where the children played hide and seek. There were children of all sizes. So many that Grandma Hatice could not remember all of their names and when she wanted to talk to one of them she would hold their shoulders and ask their name. Then she would start laughing realizing how funny her question was.
During the summer months that coincided with Ramadan, the late night Tarawih prayers used to be held at Zeki Efendi’s (a former men's title) vineyard house. Men and women would be in separate rooms for the prayer. If the weather allowed they would be outside, if not inside. A Quran reciter would have been invited to lead the prayer. Children loved to do naughty or silly things during the prayers. They would put pillows under people during namaz or pull the prayer rug from under them. Once the prayer finish the young people of the family would serve coffee or tea to their guests and perhaps sweets, too.
The Güneş family vineyard house. Photograph: Orhan Ahıskal
Hatice Hanım’s husband Zeki Efendi was in the tiftik (mohair wool) business. He used to take the wool he gathered at Beypazarı and sell it in Istanbul. But during the war years mohair sales had completely stopped and all the wool he stocked had been spoiled. With the financial problems they had, he had decided to work as an attar. Many believed this was the reasons they called them the Attars.
Angora goats native to Ankara region. Photograph: internet
At the end of the season once the weather began to cool down, the cattle would be slaughtered since there was no place to keep them at the winter house. Meat would be typically stored for the winter as sucuk (Turkish pepperoni) or would be minced. Since these cannot be done in the summer heat, moving back to the house in town would sometimes be as late as November. Even though the distance was not much, the move was always a difficult one.
Oven in the garden. Photograph: Orhan Ahıskal
Since Kâzım Bey and Gülşen Hanım had decided to stay in Ankara for the children’s education, they were only able to come back to Beypazarı when the schools were closed. Ruşen and all the children were to remember the times they spent at the vineyard house as the happiest times of their lives mixed with childhood dreams.
With Semiha, Ruşen Güneş's youngest aunt, who since passed away.
Başkent olmak 1453 yılında fethedilen İstanbul, Osmanlı İmparatorluğu 1 Kasım 1922 tarihinde yok oluncaya kadar imparatorluğun üçüncü ve son başkentiydi. İstanbul’un 470 yıl elinde tuttuğu bu konum 13 Ekim 1923 tarihinde Ankara'nın başkent ilan edilmesi ile sona erdi. Çeşitli kaynaklarda belirtildiği üzere başkentin İstanbul’dan Anadolu’ya kaydırılması fikrini ilk ortaya atan Alman Mareşal Colmar von der Goltz idi. Alman subay 1883 yılından itibaren 16 yıl Osmanlı Ordusunda görev yapmış, bu görevleri sırasında İstanbul'un başkent olarak kalmasının doğuracağı çeşitli sıkıntıları da aynı sonradan gerçekleşeceği şekilde öngörmüştü.
Geçmişte Ankara Kurtuluş Savaşı boyunca ulusal mücadelenin merkezi olmakla beraber 1923 yılında henüz sıradan bir Anadolu kentiyken bir anda başkent olan Ankara aslında 17 ve 18. yüzyıllarda önemli bir ticaret merkeziydi. O tarihlerde nüfusu 100 bin civarındaydı. Bu sayı 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kıtlık ve yangınlar gibi çeşitli nedenlerle 30 bine kadar düşmüştü. 1923’e gelindiğinde artık eski güzelliğini çekiciliğini yitirmiş bir taşra kentiydi Ankara.
Ama Cumhuriyet ile birlikte bu kaderi değişecekti. Yeni başkentin çok sayıda kamu binasına ihtiyacı vardı. Mimar Gözünden Ankara isimli bir internet sayfasında bu süreç kısaca şöyle açıklanmış:
Mustafa Kemal'in Modern Türkiye'nin Modern Mimarisi politikasının en temel amaçlarından biri Osmanlı İmparatorluğu'nun geride kaldığını mimari eserler ve kent planları ile gözler önüne sermekti. Ve tüm ülkeye örnek olması adına yapılacak olan ilk çalışmalar Ankara'da başlatılacaktı. Bunun için uluslararası mimari yarışmalar açıldı ve yabancı mimarlar Ankara'ya davet edildi.
Cumhuriyetin Mimarı Ahşapustası! Bağlantının nasıl kurulduğunu ya da Atatürk’ün bu Avusturyalı mimardan nasıl haberdar olduğunu bilmiyoruz ama mimar Clemens Holzmeister (ok. Holtsmayster) ilk olarak 1927 yılında Atatürk’ün daveti üzerine Ankara’ya geliyor. İsminin Türkçe çevirisi ahşap ustası olan Holzmeister (başlıkta ahşap ustasını neden tek bir sözcük olarak kullandığım sanırım belli olmuştur) bu tarihten itibaren Ankara için tasarladığı Milli Savunma, İçişleri, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı binaları, Genelkurmay Başkanlığı, Yargıtay, T.C. Merkez Bankası, Orduevi, Pembe Köşk, Emlak-Kredi Bankası ve elbette 1937 yılında yarışmayı kazanarak yapımı 1963 yılına kadar süren üçüncü Türkiye Büyük Millet Meclisi binası gibi Cumhuriyet’in ilk yıllarına damgasını vuran binalardan dolayı “Cumhuriyet’in Mimarı” lakabını kazanmış.
1931-33 yılları arasında Holzmeister'in tasarımı ile inşa edilen Merkez Bankası Binası, Ankara. Fotoğraf: internet
Almanya’daki kiliseler Holzmeister 1927-1938 yılları arasında Ankara’da gerçekleştirdiği bu binaları aslen Ankara'da değil o sırada yaşamakta olduğu Viyana’daki ofisinde tasarlıyordu. 1938 yılında Nazilerin Avusturya’yı işgal etmesi üzerine İstanbul’a yerleşinceye kadar Viyana'da yaşamaya devam etmiş ve bu yıllarda Almanya’da bir dizi de kilise inşa etmişti. 2018’in, kutup soğuklarının Avrupa’yı etkisi altına aldığı bir Şubat günü bu kiliselerden birini görme şansım oldu.
Holzmeister'in Ankara'daki birçok bina ile eş zamanlı olarak 1932-33 yıllarında gerçekleştirdiği St. Peter Katolik kilisesi, Mönchengladbach. Fotoğraf: internet
Eklektik kiliseler Avrupa'da gezerken gördüğümüz kiliselerin büyük bir kısmı "eklektik" yapılardır. Bunlardan abidevi olanların inşası, çoğunlukla sırf devasa boyutlarından dolayı yüzyıllar sürdüğü için farklı dönemlerin mimari özelliklerini taşırlar. Bazılarında ise zamanla çeşitli nedenlerle eklemeler ve değişiklikler yapılmıştır. Örneğin Barok döneme gelindiğinde, Romanesk, Gotik gibi dönemlerden kalma kiliselerin birçoğuna Barok cephe, sunak gibi Barok bazı unsurlar eklenmiştir.
St. Peter Katolik Kilisesi, Mönchengladbach. Fotoğraf: Orhan Ahıskal
Birleşik stil Yukarıda bahsettiğim karma stilli, eklektik kiliselerin tersine mimari unsurları bir kişi tarafından tasarlanmış ve gerçekleştirilmiş bir yapı ile karşılaştım. Yapının çoğunlukla kübik, bazen de silindirik unsurları ile yalın ve düz hatları hoşuma gitti.
Ön cepheden görünen silindirik çıkıntının içindeki vaftizhane. Fotoğraf: Orhan Ahıskal
Kiliseye sonradan eklenmiş olan L şeklindeki iki kanat her ne kadar yapının genel karakterine uygun yapılmış olsa da beni rahatsız etti. Ben özgün ön cephenin sadeliğini tercih ettim.
Kilisenin ön cephesi. Fotoğraf: Orhan Ahıskal
Ayrıca bu eklerden dolayı önden bakarken kilisenin yan ve arka kısımlarını ilk yapıldığı şekilde görmek de mümkün değildi.
Kilisenin batıdan görünümü. Fotoğraf: Orhan Ahıskal
Tema ve çeşitlemeler Kilisenin pencereleri ya tam ya da yarım dairelerdi. Sadece kulede bir daire ve kare kombinasyonu kullanılmıştı. Holzmeister, aynı müzikte olduğu gibi, bir tema almış onu işlemişti. Bronz giriş kapılarının kollarından ahşap iç kapıların kollarına ve yuvarlak pencerelerin vitraylarına kadar bu basit iki kolu eşit uzunlukta bir haç teması vardı.
Bronz dış kapı kolu. Fotoğraf: Orhan Ahıskal
Ahşap iç giriş kapısının bronz kolu. Fotoğraf: Orhan Ahıskal
Kapıların haç izlenimi veren kare pencereleri
Vitray pencereler Haç tasarımı hepsinde görülmekle birlikte her biri birbirinden farklı tasarlanmış pencereler ile bir mozaiği Mönchengladbachlı sanatçı Anton Wendling 1933 yılında gerçekleştirmişti.
Sade görünümlü banklarda bile bir tasarımın parçası olduklarını görmek mümkündü.
-12°C Öğle saatlerinde yerini bulduğum kilisenin kapıları kilitliydi. Açılış saatine henüz bir saatten fazla zaman vardı. Ödünç aldığım bisikleti kilitleyip bekleyecek sıcak bir yer bulmak için çevrede yürümeye karar verdim. Eksi 12 derece olacağı söylenen havada bisikletle gelirken ellerimi hissetmez olmuştum. Esas sürprizi ise saat 14.00'te kapılar açılıp içeri girdiğimde yaşadım.
Tırmanma kilisesi logosu
Tırmanma duvarı Ulusal anıtsal-tarihi yapılar listesine alınan St. Peter Kilisesi artık bir kilise değildi. 2010 yılında yapının tüm iç duvarları tırmanma duvarı olarak kaplanmış, İçi neredeyse tümden boşaltılmıştı. İçeride küçük bir büfe vardı. Yan koridorlarda da çeşitli atölyeler ve tırmanma alıştırmaları için ortamlar hazırlanmıştı. Kilisenin ana mekânı ve tırmanma duvarları
Hayal kırıklığı Holzmeister'in Waldhausen'daki kilisesi sade mimari unsurlar içeren tasarımı ve net çizgileri ile benim çok hoşuma gitti. Prairie Ekolü'nün öncüsü Amerikalı mimar Frank Lloyd Wright'ın birçok yapısındaki mobilya, vitray pencereler ve hatta baca borusu kapağı gibi iç unsurlarını tasarlaması gibi Holzmeister'in de bu tür iç unsurları tasarlamış olmasından hoşlandım.
Mimari işlevsel bir alan olmakla beraber aynı zamanda bir sanat dalıdır da. Ofis ve lojman ihtiyacı gibi her ne tür işlevsel ihtiyaçtan dolayı olursa olsun Holzmeister 1932 yılında tasarladığı kompozisyonun sonradan eklenen yapılardan dolayı görülememesini kabul edemedim. Bir Mozart senfoninin herhangi bir işlevsel mazeretle başka bir besteci tarafından uzatıldığını ya da kısaltıldığını veya Mona Lisa'nın asılacağı duvarda çok küçük kalacağı için Leonardo'nun diklemesine oluşturduğu kompozisyonun iki tarafına aynı stilde ekler yapılarak daha geniş ve yatay bir kompozisyona dönüştürüldüğünü düşünün.
Bunları düşünürken bu durumun esasında çok da ender olmadığını fark ettim. Bir orkestra şefimiz eser hüzünlü bitmesin diye Çaykovski 6. senfoninin üçüncü bölümünü dördüncü bölümden sonra çaldırmıyor muydu? Bir başka şefimiz aynı besteci ile rüyasında konuştuğunu söyleyip bir başka senfoniye iki ölçü eklememiş miydi? Ve hatta Mendelssohn ve Schumann, Bach'ın "eşliksiz keman" eserlerini eksik bulup onlar için piyano eşliği yazmamışlar mıydı? Bu müzikal örneklerde kalıcı bir sorun yoktu. Ama bu yapıda artık özgün haline dönüş şansı kalmamıştı.Sonra bir de yapının ayrıntılı olarak tasarlanmış sanatsal unsurlarının duvarlar, paneller arkasına saklanmış olmasına takıldım. Aya Sofya'nın cami olarak kullanıldığı yıllarda üstleri sıvanarak saklanmış Bizans mozaiklerini "bunlar ileride insanlara açılacak" diyerek İsviçreli bir uzmana mozaiklerin bakımını yaptıran ileri görüşlü Osmanlı sultanını anımsadım. Yapının ruhani bir ortamdan fiziksel bir ortama dönüşerek kimliğini yitirmiş olması da beni ayrıca hayal kırıklığına uğrattı. Ama her şeye rağmen ben bu binayı sevdim. Mönchengladbach'taydım ama sanki Ankara'dan bir tanıdık ile karşılaşmıştım.
2014 yılında solo keman resitalleri ve her düzeyde okullarda yaptığım ve Batı müzik kültürünün farklı unsurlarını anlattığım sunum ve sunum-resitalleri içeren Düştüm Yola projeme başladıktan sonra ilk turnelerimden birini Güneydoğu Anadolu ve Doğu Akdeniz'e yaptım. Burada Diyarbakır, Hasankeyf, Mersin ve Adana'da yaptığım resitallerin yanı sıra Diyarbakır'da Aram Tigran Belediye Konservatuvarı, Batman Üniversitesi, Adana ve Mersin Devlet Konservatuvarlarında müzik öğrencileri ile atölye ve ustalık çalışmaları, Mersin ODTÜ Koleji, Batman Fen Bilimleri Koleji ve Akdeniz Opera ve Bale Derneği'nde de çeşitli konularda sunum-resitaller yaptım. Bu turne sırasında Diyarbakır Surp Giragos Ermeni Kilisesi'nde verdiğim resital ve Suriçi'ndeki olayların çağrıştırdıklarını "Sur'da Surp" başlığı ile daha önce yazmıştım.
Bu turnedeki en çarpıcı yer Dicle Nehri kenarındaki yüksek uçurumların üstünde bulunan ve 12 bin yıllık geçmişi olan Hasankeyf'ti. Tarih boyunca yirmi kadar kültüre ev sahipliği yapan Hasankeyf'te insan yapısı binlerle mağara, üç yüzü aşkın tarihi yapı ve bir de MarcoPolo'nun İpekYolu'nda ilerlerken muhtemelen üzerinden geçtiği ve şimdi yalnızca yıkıntısı kalan taş ve ahşaptan köprü bulunuyor.
Hasankeyf'te yapacağım resital çevrede uygun yapı bulunmadığından yeni tamamlanan seyir terasında açık havada gerçekleşecekti ama planlanan tarihte havaların kötü olmasından dolayı Diyarbakır konserinden sonraya ertelendi. Diyarbakır'dan iki gün sonra Batman'a döndüğümde artık oldukça ılık bir bahar havası vardı.
Soyunma/çalışma odası olarak kullandığım tiftik oba çadırı
Konserin olacağı mekânda derme çatma bir çay bahçesi dışında bir tesis bulunmadığı için hemen yakında turistik amaçla kurulmuş bir Yörük çadırını soyunma/ısınma odası bana tahsis etmişlerdi. Yörük kültürünün keçi kılından yapılma bu harika unsuru soğuk kış günleri için ideal olsa da bu ılık bahar gününde ve gün boyu güneş altında bir sauna gibi ısınmıştı. İçeride ayakta durmak da mümkün değildi.
Kemanın sesini duyan meraklılar kafalarını sık sık çadırdan içeri uzatıyorlardı. Ayrıca üniversiteden bir grup öğrenci de yöre insanının sıcak konukseverliğinin birer örneği olarak sık sık bir ihtiyacım olup olmadığını soruyorlardı.
Hasankeyf'te kulis!
Ben ısınmaya devam ederken dışarıda bir anons duyuldu. Kaymakamlığa ait bir araç nehrin Hasankeyf'le seyir terasının olduğu yakayı birbirine bağlayan köprü üzerinde gidip geliyor ve çevredekilere akşamki konseri duyuruyordu:
"Bu akşam saat 18.30'da Orhan Ahıskal keman resitali olacaktır.
Tüm halkımız davetlidir."
Ben bu çabanın küçük yerlere has bir güzellik olduğunu düşünürken anons daha yaklaşmıştı. Ama yapılan anons benim biraz önce duyduğumu zannettiğimden biraz farklıydı. Bu akşam "Orhan Ahıskal keman resitali" değil "Orhan Ahıskal keman rezidansı" olacaktı! Gülse miydim yoksa ağlasa mıydım karar veremedim. Önümde trajikomik bir Türkiye hikâyesi vardı. Her tarafın "rezidans" reklamı dolu olduğu bir ülkede bir vatandaşın muhtemelen hiç duymadığı bir sözcüğü anlamasını ya da hatırlamasını beklemek ona haksızlık olurdu ve konunun esas sorumluları da zaten orada değillerdi.
Dicle nehri kıyısında Hasankeyf manzarası ile solo resital
Bu anons başka bir konuyu daha ortaya çıkarmıştı. Yarım saat sonra Saygun, Baran ve Sun'un eserlerinden oluşan hem çalması hem de dinlemesi ağır bir program çalacaktım. Bir de Diyarbakırlı besteci Rohat Cebe'nin burada seslendirilmek üzere yazdığı Hasankeyf başlıklı solo eser vardı. Büyük bir ihtimalle yaşamlarında ilk defa bir keman resitali hatta bir klasik müzik konseri dinleyecek olan halka ilk adım olarak daha kolay kavranabilir ve zevk alınabilir bir program sunmak daha olumlu sonuçlar verecekti. Programı değiştirmeye karar verdim ama ne çalacaktım ki?
Yanımda çalacağım eserlerden başka nota olmadığı için ezberimi yoklamaya başladım ve sonuçta J. S. Bach'ın bas eşliksiz keman için Sonat ve Partitalarından bölümler ile Vivaldi Dört Mevsim'in iki tanesini solo olarak çaldım. Cebe'nin "Hasankeyf sular altında kalmasın" sözleri ile biten eseri de bestecinin de katılımıyla gerçekleşmiş oldu.
1116 yılında yapılan ve şimdi sadece ayakları kalan köprü ve çarpıcı uçurumların günbatımında manzarası
Güneşin Dicle Nehri üzerinde Batıya doğru alçalması ile "uygarlığın beşiği" Mezopotamya'nın derin izlerini taşıyan Hasankeyf daha da sihirli bir havaya büründü. Hasankeyf'in binlerce yıllık tarihi yanında bebek sayılabilecek 300 yıllık eserler ilk ve son defa bir araya geldiler o akşam.
Not: 20 yıldır yapımı devam eden Ilısu Barajı'nda su tutulmaya başlanması ile Hasankeyf'in yüzde 80'i sular altında kalacak. Koruma ve kurtarma amacı ile tarihi köprünün geriye kalan ayaklarına su altında uzun zaman sağlam kalabilmesi için güçlendirme yapılırken 1473 yılında yapılan Zeynel Bey Türbesi de (bkz. kapak resmi) su altında da kalmaması için daha yukarıda bir noktaya taşındı.
Naci Bey
İstanbul Büyükdereli’ydi. Tıp Fakültesi mezunuydu. 1953yılında bir yıllığına Amerika’ya gitmiş, bir yıl, sonra bir yıl daha derken yaşamının gerisini orada geçirmişti. Connecticut Eyaleti’ndeki Bridgeport Hastanesi’nde 40 yılı aşkın bir süre kulak, burun, boğaz uzmanı olarak çalışmış emekli olduktan sonra da muayenehanesinde çalışmaya devam etmişti.
Esas adı Yıldırım’dı ama Amerika’da (ı) sesini söyleyemedikleri için herkes onu soy ismi olan Naci olarak tanıyordu. O Doktor Naci idi, sevenleri, dostları ve hastaları için.
Yaşam boyu koşu
Naci Bey’i tanıyan herkes onun bir koşucu olduğunu bilir. Aksatmadan her gün sabah erken düzenli antrenmanını ve koşusunu yapardı. Bir gazete yazısına göre 45 ile 85 yaşları arasında tam 22 maraton koşmuştu. En iyi süresini 3 saat 15 dakika ile 57 yaşında iken yapmıştı. 50 yaşından sonra ABD’de ve hatta uluslararası Yaşlılar Olimpiyatları’na katılmaya başlamıştı. 100, 200 ve 400 metre yarışlarında koşuyordu. Madalyaları evin her bir yanını doldurmuştu.
SNETACA Cumhuriyet Balosu, Connecticut, 2004
Müzik Merakı
Naci Bey müziğe de çok meraklıydı. Connecticut’ta Stratford yakınındaki evlerinde sık sık müzikli toplantılar oluyordu. Leonard Bernstein’ın New York’taki dairesinde bulunan piyanosunu almış salonuna koymuştu çalabilen konukları çalsın diye. Bu kartpostal manzaralı salonda ben de solo bir dinleti yapmıştım.
Gölden gelen ahbaplık
Naci Bey ve hayat arkadaşı Füsun Hanım ile 1998 yılının Haziran ayında tanıştık. Oturdukları gölün karşı kenarından komşuları Gürer Aykal ve eşi Benin Hanım’ın büyük kızlarının nikâh törenine habersiz çalmaya gitmiş ve Gürer Hoca’ya sürpriz yapmıştım. “Güney New England Türk-Amerikan Kültür Derneği” SNETACA’nın en renkli simaları idiler Naci Bey ile Füsun Hanım. Birçok dernek üyesi ile birlikte Angela ile nişan törenimize de katılmışlardı.
Naci Bey ve SNETACA üyeleri ile, Middletown, Connecticut, Mayıs 2003
Bir daha görüşemedik
Onlarla uzaktan haberleşmek ile birlikte ABD’den ayrıldıktan sonra ne yazık ki tekrar görüşme şansım olmadı. Bugün Dr. Naci Bey’in aramızdan ayrıldığını öğrendim. Başta Füsun Hanım ile ailesine, dostlarına ve SNETACA ailesine baş sağlığı ve sabır diliyorum. Ben Naci Bey’i her zaman güler yüzü, hayata esprili ve pozitif yaklaşımı ve samimi dostluğu ile anımsayacağım. Huzur içinde yat Naci Bey.
Nüfusun büyük bir hızla artmasına rağmen her gün gittikçe küçülen bir dünyada yaşıyoruz. Bu küçülmeye sosyal medyanın katkısı tartışılmaz. Sosyal medya sayesinde hem sık sık göremediğimiz ya da yıllardır görmediğimiz arkadaşlarımızla iletişimimizi masrafsız ve çok hızlı bir şekilde sürdürebiliyoruz hem de yirmi yıl öncesine kadar düşünemeyeceğimiz şekilde dünyanın her yerinden normal şartlarda hiç tanışma şansımız bile olmayacak insanlarla tanışma şansı buluyoruz. Buna ek olarak eskiye kıyasla insanlar çok daha fazla yolculuk yapıyor ve doğal olarak birçok yeni insanla tanışıyorlar.
Frigyes Karinthy (1887-1938)
İşte bu konu Birinci Dünya Savaşı'nı takip eden, şehir planlamacılığı, yeni trafik sistemleri, mahalleler ve insanların birbirleri ile ilişkilerinin düşünüldüğü ve tartışıldığı 1920’li yılların sonunda Macar yazar Frigyes Karinthy’nin Zincir ya da Zincir Bağlantılar (Chain ya da Chain-links) başlıklı bir kısa hikâyesinde ele alınmış. Karinthy yarattığı kurgu karakterler bir konuşma sırasında “dünyada yaşayan 1 buçuk milyar (1920’lerin nüfusu bu kadar olmalı) insandan herhangi birinin bize yalnızca beş ayrı kişi kadar uzak olduğunu” belirtiyor. Hatta “Ayrılığın / Yakınlığın Altı Derecesi” adı verilen bu iddia üzerine bir de oyun ortaya çıkıyor. Bu konu daha sonraki yıllarda bilim alanını çok meşgul etmiş, çok geniş çaplı araştırmalara konu olmuş.
Kevin Bacon Pennsylvania’daki Albright College’dan üç öğrenci 1994 yılında kendi aralarında oynarken yukarıda bahsettiğimiz kavram üzerine kurulu bir oyun yaratıyorlar: Kevin Bacon’ın Altı Derecesi. Oyunun amacı Amerikalı film oyuncusu Kevin Bacon’ı diğer film oyuncularına mümkün olan en küçük sayı ile bağlamak. Oyun öyle popüler oluyor ki ticari olarak pazarlanıyor, hatta televizyon programı bile yapılıyor. Kevin Bacon önceleri kendisi ile dalga geçildiğini düşündüğü için bu oyundan hoşlanmamış ama sonradan kendisi de benimsemiş, TV programlarına katılmış, hatta reklamlara çıkmış. Kendisine “Holywood Evreni’nin Merkezi” gibi lakaplar takılmış. Şimdi bu girişi daha fazla uzatmadan size başımdan geçen bir olayı anlatacağım. Hartford’da yaz 1997 yılında ABD’nin Connecticut Eyaleti’ndeki Hartford Üniversitesi’nde doktora eğitimime başladıktan sonraki yaz tatilini aynı şehirde geçirdim. Türkiye’ye gelme şansım olmadı. ABD’nin Atlantik sahilindeki Connecticut’ta yazlar oldukça sıcak ve hatta çok nemli olabilir. İşte böyle sıcak, nemli ve havanın kapalı olduğu bir gün okuldan çıkıyordum. Okulda kimseler yoktu. Kapının önünde, biraz da kaybolmuş gibi görünen, sarışın bir hanım bana okulun danışma ofisinin yerini sordu. Danışmanın yerini anlattım ama şu anda kimseyi bulamayacağını da ekledim. Bunun üzerine belki yardımcı olabileceğimi düşünerek bana durumunu anlattı. New York Şehri’nde oturuyorlardı. Ama yazları üniversitenin karşısındaki villalardan birini yazlık ev olarak kullanıyorlardı. Adı Constance’dı. Dokuz ya da on yaşlarında Tennyson isminde bir oğlu vardı. Kocası Claude New York’ta çalışıyor ve sadece bazı hafta sonları Hartford’a geliyordu. Tennyson bir süredir keman dersi almaya başlamıştı ama Hartford’da hocası yoktu. Constance oğlu için bir keman öğretmeni arıyordu ve hiç farkında olmadan bulmuştu bile!
Constance, Claude ve Tennyson Singer ile Hartford, Connecticut, Ağustos 2000
Kendimi tanıttım. Tennyson’a keman dersi verebileceğimi söyledim. O da şaşırmıştı bu hoş rastlantıya ve daha fazla araması gerekmediği için de ayrıca sevinmişti. Yaz boyunca Tennyson’la keman dersi yaptım. Çocuğun babası durumu öğrenince “sokakta bulduğu bir adamı keman hocası olarak eve getirdiği” için ve haklı olarak karısına kızıyordu.
Claude
Jacques, Gregory, Lori, Leslie, Marc ve Claude Singer
Ağustos ayının sonunda Claude da tatil yapmak üzere Hartford’a geldi. Kendisi ile çok iyi anlaştık. Müzisyen bir aileden geliyordu. Sohbetlerimiz ilerledikçe ailesinin ayrıntılarını öğrendim. Soyadları Singer’di. Baba Singer Jacques, Yahudi asıllı bir kemancıydı. Polonya’da doğmuştu. Küçük yaşta Amerika’ya gelmiş, Leopold Auer ve Carl Flesch gibi efsanevi hocalarla çalışmıştı. On sekiz yaşında gene efsanevi orkestra şefi Leopold Stokowski yönetimindeki Philadelphia Orkestrası’nın en genç üyesi olmuştu. İlerleyen yıllarda Stokowski’nin de desteği ile orkestra şefliği yapmaya başlamış Dallas, Vancouver, Oregon Senfoni orkestralarını yıllarla yönetmişti. Isaac Stern’ün en tuttuğu şeflerden biri olmuş onunla turnelere çıkmıştı. Teksaslı piyano virtüözü Leslie Wright ile evlenmiş dört de çocukları olmuştu. Claude bu çocukların en büyüğüydü. Küçük yaşlarda keman dersi almış ama sonra kemandan vazgeçmişti. Kemanı eline aldığı zaman Claude’un keman için ideal bir fiziğe sahip olduğunu ben de düşünmüştüm.
Marc Claude’ın ilk kardeşi Marc idi. Marc 1980’li yıllarda Beastmaster filmlerinde oynadığı başrol ile bir Holywood yıldızı olmuştu. Daha sonra aralarında Dallas ve Aşk Gemisi (The Love Boat) gibi Türkiye’de de çok popüler olmuş televizyon dizilerinde konuk olarak oynamıştı.
Marc Singer in Beastmaster III
Gregory ve Lori Ailenin son iki çocuğu ikizdi. Üç dakika ara ile doğmuşlardı. Ailenin müzik tarafını bu ikisi devam ettirmişlerdi. Gregory New York’taki ünlü Juilliard Müzik Okulu’nda keman, Lori de gene aynı okulda viyolonsel okumuştu. Gregory farklı bir kariyer yaklaşımı ile birçok ünlü rock grubu ile turnelere çıkmış, çok sayıda film müziği kaydında çalmıştı. O da sinemaya ucundan bulaşmış, Sean Connery ve F. Murray Abraham ile Finding Forrester filminde küçük bir rol oynamıştı.
Gregory Singer on keyboard, violin, cello, doublebass and...!
Gregory daha sonraki yıllarda Manhattan Sinfonie orkestrasını kurdu, babası gibi orkestra şefliği yapmaya başladı. Benim Gregory ile tanışmam ise onun New York’ta açtığı Gregory Singer Fine Violins Inc.adlı keman mağazasından dolayı oldu. İngiltere ve Amerika’daki okul yıllarımda en önemli sorunlarımdan biri iyi bir kemanım olmamasıydı. Okuduğum okulların idarecileri, durumun vahametini anlayarak, bana ödünç kemanlar vermişlerdi. 2000’li yılların ilk yarısında da Gregory sık sık yardımıma koştu. Birçok önemli konserimden önce, yalnızca birkaç günlüğüne de olsa Stradivari, Gagliano ve Guadagnini gibi kemanları kullanmam için bana ödünç verdi. 2006 yılında J. S. Bach’ın abidevi Ciaccona’sının el yazmasının tek bir sayfaya sığdırıldığı bir posteri imzalayıp bana hediye etti. Çerçevelettiğim bu poster her zaman ders verdiğim odalarda duvarımda asılı durdu.
J.S. Bach's Ciaccona on a single page, printed by Gregory Singer Fine Violins, NYC
Ailenin en son üyesi Lori ise Juilliard’da Leonard Rose ile okumuş, küçük yaşta orkestralar ile solo konserler vermişti. Inspired by Bach filmlerinden birinde Yo-Yo Ma ile birlikte çalmıştı. Ama Lori de daha çok sinema ve televizyondaki kariyeri ile tanınıyordu.
Lori Singer ünlü yönetmen Robert Altman'ın "Short Cuts"ında, 1993
Singerler ile New York’ta Claude ile dostluğumuz hızla gelişti. O da Hartford’da müzikten, sanattan konuşacak bir arkadaş bulduğu için memnundu. Sık görüşüyorduk. Onların ve komşuların evlerinde ev resitalleri de yaptım. O yıllarda keman derslerimi dokuz Grammy Ödülü sahibi Emerson Yaylı Çalgılar Dörtlüsü’nün kemancıları ile sürdürüyordum. Philip Setzer sık sık Hartford’a geliyordu ama sınıfına yalnızca iki öğrenci kabul eden Eugene Drucker yalnızca dörtlünün konserleri olduğu zaman Hartt School’a geliyordu. Ben birkaç haftada bir New York’a ders yapmaya gidiyordum. Bekleyecek yerim olmadığı için genellikle ısınma ve çalışma şansım olmadan derse giriyordum. Bu durum da elbette dersin verimini düşürüyordu. Rastlantı o ya Claude da ailesi ile New York’un Upper West Side kısmında Eugene’den yalnızca birkaç blok ötede oturuyordu. Claude’un daveti üzerine keman derslerimden bir gece önce New York’a gidip onlarda kalmaya başladım. Böylece sabahleyin dersten önce kahvaltı edebiliyor ve rahatlıkla çalışabiliyordum.Upper West Side. Photo: internet
Tekrar Kevin Bacon Singer ailesi Yahudi idi ama gene de her yıl bir Noel partisi yapıyordu. İşte böyle bir partiye anne Leslie’nin evinde beni de davet ettiler. Orada ailenin daha önce tanışmadığım diğer üyeleri ile de tanıştım. Lori de bunların arasındaydı. Şimdi diyeceksiniz ki bütün bunların Kevin Bacon ile ne ilgisi var. Haklısınız. İzninizle açıklayayım. Footloose Kevin Bacon’ı ve filmlerini bilenler Bacon’ın başrolde oynadığı 1984 tarihli ünlü müzikali anımsayacaklardır: Footloose. Bacon’ın oynadığı Ren McCormack karakteri Chicago’dan Amerika’nın Orta Batısında küçük bir kasabaya taşınan bir gençtir. Ama dans etmeyi çok seven McCormack’ı çok şaşırtacak bir durum vardır burada: bağnazlık ile birlikte çeşitli olaylardan dolayı dans etmek ve rock müzik yasaklanmıştır. Film, gençliğin verdiği asilikle bu kurallara karşı gelen Ren ve kasabanın bağnaz rahibinin (John Lithgow) kızı Ariel’ın başına gelenleri anlatır. İşte Bacon ile filmin başrolünü paylaşan Ariel, Singer ailesinin tek kızı ve benim de New York'taki partide tanıştığım viyolonselci Lori idi! Bu durumda ben Kevin Bacon'a sadece bir derece uzaktayım. Ya siz?
Due to political reasons I left my post as a professor of violin and as I sent my family to live in Germany I took another post as professor in the opposite direction from Europe in a small city in Southeastern Turkey called Batman. Unlike many in the region, Batman is a very recent settlement and officially only became a city in the 1990s due to its being the only oil region in Turkey. Not far from the Syrian and the Iraqi borders, it had also suffered much from the decades-long terrorism and guerrilla wars. In the relative calm of the 2000s a new university was established and, as widely speculated, to prevent students from participating in protests and rallies in town, the main campus had been built twenty-six kilometers south of the city in a location known to the students as “the end of the world”. Even though this was the direction of the ancient city of Mardin, due to the lack of a road bridge over the biblical River Tigris, there was no transit traffic. The deceivingly good-looking but poorly built road from the city center ended here in a loop around the campus.
Western Raman Campus and River Tigris, Batman Province, Turkey
One arrived at the campus gates after a sharp curve, tilted against the law of physics followed by a long and steep slope toward the gates, which every time felt as though this was my final trip since the ignorantly bold bus/dolmuş drivers went down like landing a passenger jet. All vehicles had to stop here, security personnel boarded the buses and checked everyone’s university identity cards. No university card meant you had to get off the bus and wait for another one going in the direction of the town. You were not allowed on campus. At night buses ran only until 10 PM. And after the evening classes were over no men were allowed on campus since there were only dormitories for the girls. Only few academic personnel got in and only if they lived in on-campus housing. This was the middle of nowhere.
Batman University Western Raman Campus
Due to climactic reasons and the carbon dioxide used in the oil wells surrounding the campus almost no trees grew taller than two feet high. The campus was located on the western bank of the River Tigris, forming the eastern border of ancient Mesopotamia. The region, which has extremely hot summers with temperatures reaching mid-50s Celsius, has surprisingly cold and snowy winters. When snow fell the only access road was either very treacherous or simply not used for a couple of days. This would not be problem if the campus was as self-sustaining as one would expect, but it wasn’t. There were no shops with the exception of a small convenience store.
Şenay Aybüke Yalçın, a 22-year-old music teacher
The School of Fine Arts Music Department was only two years old and with my arrival they were qualified to accept students to the Masters in Musicology program. We held the entrance auditions/interviews early in January 2017. People, including many local music teachers had been waiting for such a program and we had nearly thirty applications. At the end of the three-stepped audition/interview process, each one of the three-member jury selected three students and we agreed on a total of six students. We were allowed to accept more students but did not have enough faculty members for individual advisement. Among my top three was a girl named Şenay Aybüke. She had recently graduated from the education department of a university in Konya in central Anatolia and had freshly been appointed as a new music teacher in Kozluk, a small town in Batman Province (all new civil servants have to work in eastern and southeastern Turkey for several years, which are considered as areas of deprivation. Location is typically determined by a draw).
The first year students were a mix of music teachers and folk music majors. Since all were coming daily from different towns we were doing long classes on a single day. The youngest of the class was Şenay Aybüke. I had learned that she hated her first name when I called her Şenay. From then on she was only Aybüke, which meant moonlight. She was only twenty-two years old. She liked to wear colorful Dr. Martens boots. She liked to look at her cell phone during classes and every time I warned her she shyly claimed that she was still a child and could not stop looking at her phone. She was probably the most child-like, with an innocent energy.
We were only able to work together for one semester. A stray bullet in an assassination attempt by PKK terrorists in the middle of Kozluk took her from this life, from the ones she loved and from the ones who loved her. I cannot begin to fathom the pain her family suffered and continue to do so. A state funeral was arranged. She was in the national news for days as a martyr. Everyone lamented briefly. We expressed our sorrow with short messages and the life without Aybüke pursued. Her name was given to a music room in her school and she became a number in a list of nearly one hundred and fifty teachers murdered by PKK terrorists. ONE HUNDRED AND FIFTY! What did they die for? They died for the children who killed them. Was it worth it?
Necmettin Yılmaz, a young teacher was first kidnapped and later murdered by the PKK terrorists
I like to take pictures with my students. Unfortunately we had not had a class picture yet. Only one picture remains from my visit with Düştüm Yola in March 2017 when I had presented a talk and a recital. The event was hosted by the mayor and we had a photo taken with all the students and the state officials together. She is seen seated at end of the first row most likely due to her youth and shyness in a male-dominant society (see photo below).
The words fail me, Aybüke. I sincerely hope you are in a better place.
17 March 2017 Lecture-Recital, Kaymakamlık, Kozluk (Aybüke on the far left)
Western Raman Campus and River Tigris, Batman Province, Turkey
2017 yılının Ocak ayıydı. Batman Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Yüksek Lisans programına ilk öğrencilerini almak üzere sınav yaptık. Böyle bir müzikoloji programının açılmasını bekleyen ve o çevrede görev yapan birçok müzik öğretmeni de başvuru yapmıştı. Otuz kadar başvuru vardı. Sınavın sonunda jürideki üç öğretim üyesi olarak her birimiz üçer öğrenci belirledik. Kontenjanımız daha yüksek olmasına rağmen bireysel danışmanlık yapmak üzere yeterince öğretim üyesi bulunmadığı için yalnızca altı öğrenciyi bu programa kabul ettik. Benim seçtiğim öğrenciler arasında Şenay Aybüke de vardı. Alanında bilgiliydi. Yazdırdığımız kompozisyonda güzel fikirler ortaya sürmüş ve bunları bilimsel bir anlayış ile geliştirmişti.
Şenay Aybüke Yalçın, a 22-year-old music teacher
Aybüke bundan henüz birkaç ay önce Batman’ın Kozlukilçesinde bir ortaöğretim okuluna çiçeği burnunda bir müzik öğretmeni olarak atanmıştı. Konya Erbakan Üniversitesi Eğitim Fakültesi mezunuydu. Öğrencilerle ilk dersimde müzik tarihi ve kuramı bilgilerini kapsayan bir seviye belirleme testi yaptım. Bu testte ortaya çıkan eksiklik ve zayıflıklara göre dönem boyunca işleyeceğim konuları belirledim. Derslerde müzik tarihi, müzik kuramı ve müzikoloji alanından farklı konuları işliyordum. Yüksek lisansın dersleri ağırlıklı olarak bendeydi. Dersleri birleştirerek uzun dersler yapıyordum. Ne de olsa kendileri de öğretmenlik yapan, hevesli, ilgili ve meraklı yetişkinler vardı karşımda. Bu sınıfın en genci henüz yirmi iki yaşındaki Aybüke idi. Ona Şenay dediğimde bu ismi hiç sevmediğini öğrenmiştim. Balıkesirliydi. Güler yüzlü bir gençti. Rengârenk Dr. Martens botlar giymeyi seviyordu. Derslerde elinde cep telefonu ile gördüğüm zaman onu uyarıyordum. O da bana sevimli bir tavırla “Hocam ben hâlâ bir çocuğum, telefona bakmadan edemiyorum” diye yanıt veriyordu. Gerçekten de öğrenciler arasında en çocuksu olanı, o çocuksu enerji ile gözleri parlayan tek öğrenciydi belki de.
Aybüke ile yalnızca bir dönem çalışabildik. 2017 yılının Haziran ayında Batman’ın ortasında başıboş bir kurşun onu henüz yirmi iki yaşında aldı götürdü aramızdan, sevenlerinden ve ailesinden. Ailesinin hissettiklerini ve hâlâ da hissetmeye devam ettikleri acıyı tahmin bile edemiyorum. Ben de dâhil herkes kısa bir ağıt yaktık ve ondan sonra yaşam, Aybükesiz bir yaşam devam etmeye başladı. Ne yazık ki sınıfça birlikte bir hatıra fotoğrafı bile çektirememiştik. Aybüke ile birlikte bir tek fotoğrafım kaldı geriye bana ondan hatıra. 2017 Mart ayında Aybüke’nin okuluna öğrencilerine sunum yapmak için gittiğimde bana ev sahipliği yapan Kaymakam Bey ve diğer görevliler ile birlikte çekilmiş bir fotoğraf. Aybüke gençliğinin ve belki de erkek egemen toplumun verdiği çekingenlik ile oturduğumuz sıranın ucuna doğru oturmuştu.
17 March 2017 Lecture-Recital, Kaymakamlık, Kozluk (Aybüke on the far left)
Aybüke Öğretmen ve gene yakın tarihlerde katledilen Necmettin ÖğretmenPKK’nın katlettiği 150’ye yakın öğretmenizin isimlerinin bulunduğu listeye bir numara olarak girdiler. 150 öğretmen, YÜZ ELLİ! Bunun hesabını kim verecek? Böyle bir hesap verilebilir mi? Sorumluları bulunsa ne değişir? Giden gitti. Ne uğruna gitti? Memleketimizin çocuklarını eğitmek, onları cehaletin, terörizmin elinden kurtarmak, daha mutlu yaşamlara gözlerini açmak, ufuklarını genişletmek, yaşadıkları topraklara yararlı birer insan olabilmeleri uğruna gittiler onlar. Ama giden geri gelmiyor. Hesap sorulsa da bir şey değişmiyor. Aklımız alıyor ama yüreklerimiz almıyor. Onlar artık yoklar ve geri gelmeyecekler. Bu gerçeği hiçbir şey değiştirmeyecek. Sözler boş ve anlamsız. Yaşam boş ve anlamsız.
Söyleyecek söz bulamıyorum Aybüke. Dilerim buradan çok daha iyi bir yerdesindir.
Necmettin Yılmaz, a young teacher was first kidnapped and later murdered by the PKK terrorists
Bu yazımın başlığı aslında “Yok edilen konservatuvarlar” olacaktı ama yakınlarda karşıma çıkan bir gazete haberi üzerine “Yolun Sonu” başlığında karar kıldım. Bu yazı aynı zamanda ülkemizde konservatuvarlarda yaşanan olayları, konservatuvarların sorunlarını ve sanat eğitiminin ülkemizde nasıl yok edildiğini irdelemeyi düşündüğüm bir yazı dizisinin de ilk yazısıdır. Yazının yanında bu kurumda çalıştığım dönemde öğrencilerimle yaptığım etkinliklerden ve gazete haberlerinden bir seçme koydum. Bazen bir fotoğraf binlerle kelimeden fazlasını söyler.
Hikâyemiz Antalya’da başlıyor 2007-2008 yılları arasında bir yıla yakın bir süre Akdeniz Üniversitesi Antalya Devlet Konservatuvarı’nda (AÜADK) müdürlük görevini üstlendim. Bu süreç, ikinci kez atanmak amacı ile seçimlere giren ve sonradan Antalya Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapan Rektör Prof. Dr. Mustafa Akaydın’ın bu makamdaki son yılına rastladı. 2008 yılının Ağustos ayında Akdeniz Üniversitesi Rektörlüğüne Akaydın’ın yerine Prof. Dr. İsrafil Kurtcephe atandı. Aynı yılın 3 Eylül’ünde Rektör Kurtcephe, “kendi kadrosu ile birlikte çalışmak istediğini” belirterek, benden istifamı istedi. İki seçeneğim vardı: ya bu talebi kabul edip istifa edecektim ya da resmi olarak üç yıllığına atandığım bu görevin süresinin dolması için iki yıl daha bekleyecektim. Bu süreç içerisinde muhtemelen bürokratik saldırılara uğrayacaktım ki Rektör’ün internetteki sayfamda nitelikli bir çalgı alabilmek için destek arayışım hakkındaki tavrı ve sözleri bu anlayışı şimdiden haber verir nitelikteydi. Nitekim Kurtcephe’nin atanmasından sonra değişmeyen dekan, müdür, daire başkanı kalmadı. Bu makamlardaki hocalardan bazılarının kendilerine şantaj yapıldığını veya tehdit edildiklerini söyleyerek savcılığa suç duyurusunda bulunduklarını da anımsıyorum. Ben, istifa etmemem hususunda bana tavsiyede bulunan dostlarımı dinlemedim ve aynı gün mesai saati bitimine az kala AÜADK Müdürlüğü’nden kendi rızam ile istifa ettim. Rektöre de açıkladığım üzere bu benim mesleki çalışmalarım için daha olumlu bir durumdu zira hem tam zamanlı Lise ve Lisans devreleri hem de müdürlüğüm sırasında açılmış olan Yarı Zamanlı İlköğretim kısmı ile konservatuvar müdürlüğü çok zamanımı ve enerjimi alıyordu. Rektör Bey’e istifamın Konservatuvar için de olumsuz sonuçları olacağını belirttim. Sergilenen tavırdan benim laflarımın boşa gittiği zaten belli idi. Ertesi sabah mesainin ilk dakikalarında müdürlüğü arayan Rektör Bey hesap sorar şekilde “İstifan nerede?” (“siz, biz” yoktu onun hitaplarında) diyordu. Belli ki önceki akşam mesai sonunda verdiğim istifa dilekçemden haberi olmamıştı. Aynı sabah yerime yıldırım hızı ile atanan müdür vekili hanım, kocası ile birlikte makam odasını boşaltmam için odanın kapısında beklemeye başlamıştı bile! Apar topar eşyalarımı toplayıp odayı boşalttım.
Antalya DK Orkestrası Yeni Yıl Konseri, Olbia Kültür Merkezi, Akdeniz Üniversitesi, Antalya, 27 Aralık 2007
Bozulan masumiyet Aradan iki hafta geçmişti ki samanlı kâğıttan bir zarf tarafıma imza karşılığı teslim edildi. Zarfın üzerinde bir de kırmızı renkli bir “GİZLİ” ibaresi vardı. Tebliğ, tebellüğ, sarı zarf gibi kavramları daha önce hiç duymamıştım. Rektör tarafından görevlendirilmiş bir incelemeci tarafıma bir dizi suç itham ederek 26.09.2008 tarihinde savunmamı yapmak üzere beni makamında bekleyeceğini bildiriyordu (17.09.2008/1983 sayılı yazı). Tarafıma yüklenen suçlar ise, hayatında ilk defa böyle bir zarf alan bir kişi olarak, tek kelime ile “şok” ediciydi. O sırada yaşadıklarımı, hissettiklerimi kelimelerle tarif etmekte hâlâ zorlanıyorum.
Zarfın içinden çıkan yazıda
“sekiz aylık öğretim yılının altı ayında şehir dışında ve yılın geri kalan aylarında da Amerika’da olmam nedeniyle mesaimi gerektiği gibi dolduramadığım”;
“altımda çalışan öğretmenleri olumsuz yönde etkileyerek çalışma performanslarının yükselmesine engel olduğum”;
“veli ve öğrencilerimle iletişim kurmayıp, onların ihtiyaçları ile ilgilenmediğim”;
“eşimi Lisans Diploması denkliği olmaksızın yabancı uyruklu öğretmen kadrosuna aldırdığım”;
“fakülte sekreteri ile işbirliği yaparak okulu maddi çıkarlarım için kullanıp zarara soktuğum”;
“okul statüsüne bilerek zarar verdiğim”;
“Üniversite Rektörlüğü’nün yazılarını kendi istediğim gibi yorumlayıp, öğrenci aleyhine karar verdiğim, hiçbir yönetmeliği, yönergeyi takip etmeksizin illegal olarak okulu yönettiğim”
ve
“yanlı jüri oluşturarak konservatuarda sınavlara şaibe karıştırdığım” suçlamaları yer alıyordu.
Hayatımın şokunu yaşıyordum desem yalan olmaz. Aklımın köşesinden geçmeyecek fiilleri işlediğim iddia ediliyordu. Bundan sonra geçen sürecin sağlığım üzerindeki etkilerine burada değinmeyeceğim. Şimdi savunma yapmam gerekiyordu ama hakkımda yapılan bu suçlamalar ile ilgili kanıt olarak tarafıma hiçbir belge verilmemişti. Yani onlara göre ben suçluydum ve kendi suçsuzluğumu kanıtlamak bana kalıyordu. Ben de sanıyordum ki “bireyler, suçları kanıtlanıncaya kadar, suçsuzdur!” Hani Amerikan filmlerinde öyledir ya…
Antalya DK Orkestrası Side Antik Tiyatro Konseri, 25 Nisan 2007
İlk savunma 29.09.2008 tarihindeki savunmamda ifademe ek olarak 134 sayfa belge teslim ettim. Savunma sırasında tarafıma daha ayrıntılı ve ek sorular da yöneltildi. Hakkımda yapılan suçlamaların hepsi uydurmaydı. Bunların bazıları zaten belgeler ile kolaylıkla çürütülebilirdi ve öyle de oldu. Konservatuvar Müdürü olarak bırakın yurt dışını şehir dışına çıkarken bile Rektörlük makamının “olur” yazısı gerektiği için kaç gün ve hangi şartlarla şehir dışında bulunduğumu belgelemek zor olmadı. Müdürlük yaptığım yıl içinde kurumumu temsilen yaptığım üç yolculukta toplam sekiz (8) gün yolluklu yevmiyeli şehir dışında bulunmuştum. Kendi sanatsal etkinliklerim için de on beş gün izin almıştım. Bu günler için tarafıma yolluk ya da yevmiye ödenmemişti. Bu dönemde ABD’ye de hiç gitmemiştim. Yani tarafıma yöneltilen ilk suçlama bir iftira idi ve böyle olduğu belgelendi.
Side Antik Tiyatro konseri haberi, 27 Nisan 2007
Bir başka suçlama eşim ile ilgiliydi. Kendisinin göreve başlaması benim müdürlüğümden önce konuşulmuş ve resmileştirilmişti ve YÖK’ün 20.05.2006/26173 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmış olan “Öğretim Üyeliğine Yükseltilme ve Atanma Yönetmeliği’nde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik”ine göre uzman olarak çalıştırılacak yabancılardan denklik belgesi istenmiyordu. Denklik belgesi de vardı zaten ama talep edilmemişti. Bunları belgelemek de zor olmadı. Yani ikinci suçlama da bir iftira idi.
Side Antik Tiyatro konseri haberi, 3 Mayıs 2007
Ek olarak sorulan sorularda, Konservatuvar’ın Lise Devresi’nde uygulanmakta olan yönetmeliğin geçersizliği tartışılıyordu. Bu süreçte lise eğitimi üç yıldan dört yıla çıkmıştı ve “onlar” bu yönetmeliğin geçersiz olduğunu ya da olması gerektiğini düşünüyor ve savunuyorlardı. Ama öyle ki, yönetmelik, öğrencilerin okula giriş şartlarını, sınıf geçme ve elenme konularını kapsıyordu. Eğitimin üç ya da dört yıl olması ile bir ilgisi yoktu. Nitekim Konservatuvar Müdürlüğü, ben o kurumdan ayrıldıktan sonra bile yıllarla aynı yönetmeliği uygulamaya devam etti. Bu arada Rektörlüğün Müdürlüğe yazarak talep ettiği bazı işlemler de hukuksal olarak mevcut yönetmeliklere ters düştüğü için bir idareci olarak talepleri yerine getirmemiştim.
Antalya DK Orkestra Konseri, Alanya, 28 Nisan 2007
Tarafıma yöneltilen diğer soruların da “hikâye” ve uydurma olduğu incelemeci tarafından bilindiği ya da anlaşıldığı için ve verdiğim yanıtlar incelemeciyi tatmin etmiş olacak ki üzerinde daha fazla durulmadı. Müdürlük görevine başladıktan sonra Konservatuvar Orkestrası ile ki Lisans Devresi henüz açıldığından çoğunluğu lise öğrencilerinden oluşuyordu, Side Antik Tiyatro’da Sezon Açılış Konseri ve Arykanda Antik Tiyatro’da Müzik Festivali Açılış Konseri de aralarında olmak üzere çok sayıda konser, eğitim konseri yapmış, öğrenciler sahne deneyimi edinmişti. Bu öğrenci orkestrası kurumdan ayrılmamdan önce Mozart’ın 40’ıncı ve Beethoven’in de 1’inci senfonilerini aynı konserde seslendirecek seviyeye varmıştı. Ama nasıl oluyorsa benim “Konservatuvar’ın statüsüne zarar verdiğim” iddia ediliyordu.
Antalya DKO, Nürnberg Gençlik Orkestrası öğrencileri ile yol hariç hiçbir masraf ödemeksizin Nürnberg'te iki hafta yaz kursu yaptı. Günlük prova ve konserlere ek olarak Nürnberg'in görülecek tüm yerlerini ve müzelerini gezdi, Münih ve Bamberg'e geziler yaptı, Ağustos 2009
Bir başka iddia “jüri üyelerini tanıdığım için Konservatuvar’da yapılan sınavlara şaibe karıştırdığım”dı. Türkiye’de müzik alanının çok ismini tanıyan biri olarak, bunlarla birlikte yapılan sınavlara “şaibe” karıştırdığımın iddia edilmesi de diğerleri gibi anlamsız iddialardı. Kaldı ki, konservatuvarın kadrolu eğitim kadrosunun sınırlı olması nedeni ile gerek Devlet Senfoni Orkestrası’ndan ve gerekse de Devlet Opera ve Balesi Orkestrası’ndan icracıları sınavlara davet ediyordum. Sınav jürileri geniş katılımlı oluyordu, tam da şaibe karışmadığının bir göstergesi olarak.
Suçlamaların kökeni Ben belgelere dayalı olarak savunmamı yapmıştım ama esas soru bu suçlamaların nereden ortaya çıktığıydı. Bilgi Edinme Yasası çerçevesince yaptığım başvuruda bu sorunun yanıtı ortaya çıktı. Bütün bu suçlamaların kökeni bir dilekçe idi. İki buçuk sayfa uzunluğundaki ve 20.08.2008 tarihli dilekçede yukarıda bahsi geçen suçlamalar/iftiralar ve hatta hakaretler yer alıyordu. Bu dilekçe bir öğrenci velisine aitti. Pekiyi de bu veli ne için böyle bir dilekçe yazmıştı? Yorumları siz okurlara bırakacağım.
Maç öncesi Antalya Atatürk Stadyumu konser haberi, 8 Şubat 2009
Sene sonu ve bütünleme Bahsi geçen velinin kızı Lise 1’inci sınıfta öğrenciydi. Öğrenci birinci sınıfın sene sonu sınavlarında hem çalgısından hem de diğer meslek dersi olan Solfej’den başarısız olmuştu. Ama öğrenci işlerinin yaptığı bir hata sonucu Solfej dersinin yanı sıra henüz almamış olduğu bir teorik dersten de kalmış görünüyordu. Öğrencinin mağduriyetini önlemek adına esasen almadan kalmış göründüğü ders ile birlikte esasen 5 üzerinden 1 aldığı Solfej notu da 5’e yükseltilince öğrenci tek dersten (çalgı) bütünlemeye kalmıştı. Öğrenci, benim bulunmadığım ve 03.07.2008 tarihinde yapılan Not Yükseltme (Bütünleme) Sınavı’nda da başarısız olunca mevcut yönetmeliğe göre öğrencinin okul ile ilişiğini kesmek de müdür olarak bana kalmıştı. Bu sınavda Konservatuvar, Devlet Operası ve Devlet Senfoni Orkestrası’ndan alanın profesyoneli toplam altı kişi kurul olarak görev yapmıştı (bkz. aynı tarihli Kurul Değerlendirme Listesi). Öğrencinin okul ile ilişiği Temmuz ayının ortasında kesildi. Bu dönemde yeni rektör henüz göreve başlamamıştı ve eski idare de öğrenci velisinin kızını kurtarmak amacı ile yaptığı sözel ve yazılı saldırıları göğüslüyordu. Ama Ağustos ayında yeni rektörün atanmasını takiben ilişiği kesilen öğrenciye tekrar bir sınav hakkı tanınması hususunda Konservatuvar Müdürlüğü’ne bürokratik bir baskı yapılmaya başlandı (bkz. Akd. Ü. 3209-10115, 3169-10055, 3054-09682 sayılı yazılar).
Maç öncesi Antalya Atatürk Stadında orkestra konseri, 4 Mart 2009
“Burası Türkiye” Müzik icracılığı alanına o zamana kadar otuz yılını vermiş bir müzisyen olarak, bahsi geçen öğrencinin başarılı olmadığı bir alanda devam etmesinin onun meslekî geleceği ve gelecekteki mutluluğu açısından ne kadar olumsuz olacağını müdür yardımcılarımla birlikte öğrencinin velisine çeşitli kereler sabırla anlatmaya çalıştık. Öğrencinin çalgısını çalanlar arasında son on altı (16) yılda, bizim hiç de beklemediğimiz kadar, on altı (16) kişinin istihdam edildiğini öğrenip veliye söyledik. Ondan duyduğumuz ise, “Sizin yaptığınız işi çöpçü de yapar” ve esas inci “Burası Türkiye, hocam sen ne diyorsun!” sözleri oldu.
Ama işin daha da üzücü tarafı öğrenci velisinin kısa vadede haklı çıkması oldu. Benim müdürlük makamından istifam öncesinde organize ettiğim şekilde öğrenci 5 ya da 6 Eylül tarihinde bir kere daha sınava alındı. Bana bu sınavda da bulunmadım. Ona Temmuz ayında kalır not veren hocalar, öğrenci büyük bir gelişme kaydetmiş olmalı ki, bu sefer geçer notlar verdiler! Öğrenci tekrar okula döndü. Aradan dört yıl geçti. Lise devresinden mezun oldu. Sonra Lisans programına kabul oldu. Sonra bitirmediyse de bitirmesi yakındır. Yani veli haklı çıktı. “Burası Türkiye” idi ve öğrencinin meslekî başarısı ya da daha doğrusu başarısızlığı bu alandan diploma almasına engel değildi, engel olmamıştı. Bir haber ajansında muhabir olarak çalışan ve durumdan çok memnun olan veli de sık sık üniversitenin haberlerini yapıyordu yerel gazetede. Sonraki dönemde bir sosyoloji alanından bir profesör benim çıkarıldığım yönetim kuruluna sokuldu. Yanlış anımsamıyorsam Rektör’ün amcaoğlu idi. Rektörlük seçimine girip bir kaç oy aldıktan sonra rektör yardımcılığı makamını kabul eden bir cerrah hoca da Konservatuvarda iki yıl vekâleten müdürlük yaptı. Yerel gazetede çıkan bir haber “Hiçbir başarı tesadüf değildir” diyerek bu grubun başarılarını muştuluyordu. Meğerse akademik açıdan kıvranan konservatuvarın öğrencileri cerrahlar ve sosyologlar sayesinde çalgı yarışmalarında ödül almaya başlamışlardı!
12 Mart 2009 tarihli haber, Milliyet Akdeniz
Benim istifam üzerine müdür vekilliğine atanan öğretim elemanı da, kendisini o üniversiteye iyi niyet ile kazandıran hocanın araştırması sonucu, yüksek lisans tezindeki intihalleri ve kaynağını satır satır belgeleyince oradan üç ay içinde ayrılmış ve kendini apar topar bir Türkî cumhuriyette bulmuştu. Üniversite ve YÖK’ün karşılıklı top oynadığı bu konuda üniversite içinde bir inceleme başlatılmış üç öğretim üyesi görevlendirilmişti. Bu üyelerin biri “intihal vardır”, bir diğeri “yoktur” demiş ve üçüncü üyenin de çekimser kalması üzerine inceleme sonuçsuz kalmıştı. Bu öğretim üyesi birkaç yıl sonra Türkiye’deki bir arkadaşını arayarak bir taşra üniversitesinde profesör olduğunu muştulayacaktı.
Kaş Antik Tiyatro'daki konserlerimizden bir hatıra, 13 Haziran 2008
Side Antik Tiyatro'da Sezon Açılış Konseri sonrası, 25 Nisan 2007
Soruşturma Tekrar konservatuvara dönelim şimdi. Öğrencimiz tekrar Konservatuvara alınmış, yeni müdür vekili hızlı bir şekilde koltuğuna oturmuştu ama Rektörlük makamı henüz durumdan tatmin olmamıştı ki 30.10.2008/2360 sayılı yazı ile hakkımda bir soruşturma açıldığını öğrendim. Bu sefer konu “bütünleme sınavının Rektörlük Emriyle neden tekrarlandığı”; “bütünleme sınavı jürisinde kimlerin bulunduğu”; “jürinin yönetmeliklere uygunluğu” ile Rektörlük ile Konservatuvar Müdürlüğü arasında yazılmış ama bir türlü bulunamayan 612 sayılı yazı idi. Sonradan elime geçen soruşturma emrinde (15.10.2008/9584-12481 sayılı yazı) soruşturma konuları daha ağır bir dille yazılmıştı ama soruşturmacı bana yazdığı yazıda bunları daha yumuşak bir dille ifade etmişti. Yani Rektörlük kendi zorlamaları ile tekrarlanmış bir bütünleme sınavının neden tekrarlandığını soruyordu bana! 11.11.2008 tarihinde yaptığım savunmada tarafıma sorulan sorular ki hepsi belgelere dayalı konulardı, belgeleri ile soruşturmacıya açıkladım. Savunma öncesi geçen süreçte bahsi geçen yazışmaların temini ve tarafıma verilmesi için altı ayrı bilgi edinme dilekçesi verdim. Ne işse bazı yazıların Konservatuvar Müdürlüğü ya da Rektörlük tarafından bulunması zaman aldı ama sonuçta bulundu. Soruşturmacı ayrıca Akd. Üni. Öğrenci İşleri Daire Başkanı’nın da ifadesine başvurmuş, ondan da on beş (15) adet belge almıştı. Bu belgeler de benim yaptığım açıklama ve savunmayı doğrulayan belgelerdi. Bu soruşturma Akd. Üni. Rektörlüğünün 05.12.2008 tarih ve 11676 sayılı yazısı ile son buldu. Yazıda “bu soruşturma sonucunda ilgili Yönetmelik uyarınca ceza verilmesine yer olmadığına karar verilmiştir” diyordu.
Soruşturma sonrası Bu soruşturma furyası bahar aylarında da devam etti. Hakkımda dört ayrı soruşturma daha açıldı. Üç aylık müdür vekilinin bir Türkî cumhuriyete gitmesinden sonra onun ayrıldığı yere bir rektör yardımcısı gene vekâleten atandı ve bu makamda tam iki yıl kaldı. Bu rektör yardımcısı sadece üç katlı eski rektörlük lojman binasında var olmaya çalışan Konservatuvarın Lise ve Lisans Müzik ve Bale Bölümleri ile Yarı Zamanlı İlköğretim kısmına ek olarak Tiyatro ve Sanat ve Halk Müziği anabilim dallarını içeren Geleneksel Türk Müziği bölümlerinin açıldığını muştuladı. Ben, gerekli fizikî ve akademik altyapının bulunmadığı gerekçesi ile zaten konservatuvara yetmeyen bu binada açılmasına karşı çıkmıştım. Rektörlük bahçeye içinde bale stüdyolarının bulunduğu bir baraka yaptı ve bunu yeterli gördü. Belli ki onlar için Akdeniz Üniversitesi Yerleşkesi içine Akdeniz’in en büyük camii ile bir de futbol stadyumu yapmak daha önemliydi. Konservatuvarı kim takardı! Onlara göre Kervan yolda düzelir ya da düzülür’dü!
Bale ve Müzik Bölümü öğrencileri ile Kiev turnesi, 26 Mart 2008
Kameralar Aynı dönemde bu üç katlı lojman binası ve bahçesine 28 adet güvenlik kamerası konuldu. İlk müdür vekili ile birlikte okula getirilen konservatuvar sekreteri ki onu anlatmak için başka yazılar gerekir, yanında gezdirdiği ve ne iş yaptığını tam anlamadığımız bir görevli ile birlikte bu kamera görüntülerini her akşam hızlı sardırarak izlediklerini açık açık söylüyorlardı. Sonra da hocalara “sen Orhan Hoca ile ne çok görüşüyorsun” gibi imalı laflar ediyor, yazılı uyarılar üzerine Ağustos ayının başında, hocaları gün boyu okula getirip, hocalar bahçedeki çardakta toplandıklarında da “orada dört kişiden fazla toplanmayın” şeklinde uyarıyorlardı. Yani hocalar gündüz ısının 50 dereceye vardığı günlerde de okula gelip klimaları açıp odalarında oturmaya mecbur ediliyordu. Ben okulun geleceği ile ilgili kısa vadede bir umut ışığı görmediğim için oradan ayrıldım.
Xanthos Antik Tiyatro konseri, 12 Haziran 2008
Hülle Bu arada daha önce hiç duymadığım bir kavramla karşılaştım: Hülle. Burada sözlük tanımından farklı bir örnek ile karşı karşıyaydık. Konservatuvar Sekreterliğine getirilen memur iki yıllık ön lisans mezunu olduğu ve üniversite mezunu olmadığı için bu göreve asaleten atanamamış ve görevini vekâleten sürdürüyordu. Bir gün kendisinin Antalya ilçelerinden birinde belediye başkan yardımcılığına atandığı duyumu geldi. İşin ilginç tarafı sekreter bu dönemdeki belgelere imza atmadı ama aslen okuldan da hiç bir yere gitmedi. Aradan bir ay geçti. Bir baktık kendisini yüksekokul sekreterliğine asaleten atamışlar. Daha sonra daire başkanlığına kadar yükseldiğini de duyduk.
Kaş Antik Tiyatro'da bir konser öncesi prova
Sonuç Aradan neredeyse sekiz yıl geçti. 07.05.2016 tarihli Hürriyet Gazetesi Akdeniz Eki’nin manşeti başlık dikkatimi çekti: “YOLUN SONU”. Gazetenin haberine göre Konservatuvar Sekreteri, Üniversite Rektörü ve tanımadığım bir kişi ile birlikte memuriyetten ihraç edilmişlerdi. Ne yapmışlardı da bu noktaya gelmişlerdi? Bilmiyorum ama Yolun Sonu’na gelmişlerdi. Bu arada Konservatuvar’da iki yıl müdür vekilliği yapan rektör yardımcısı da kendi yolunun sonuna gelmiş ve 2015 Eylül’ünde vefat etmişti. Şimdi ne olmuştu? Bütün bu durumlardan kim kârlı çıkmıştı? Atıldığı okula geri dönüp diploma alan öğrenci mi? Onun ailesi mi? Başarısızlığı belgeli bir öğrenciyi kurtarıp ona diploma veren kurum mu? Kanımca hiçbiri! Bahsi geçen bütün taraflar bu olaydan zarar görmüş, kurumun itibarı ciddi şekilde zedelenmiş, başarılı öğrenciler tek tek buradan ayrılmış ve kaybeden uzun vadede Konservatuvar olmuştur.
Kaş ve Xanthos Antik Tiyatrolardaki konserlerin haberi, 27 Haziran 2008
Değerli okurlar,
Bu örnek olay konservatuvarlarda yaşanan olayların ne ilkidir ne de sonuncusu. Benzeri olaylar yaşanmaya devam etmekte, birçok okul da, bizimki gibi icraya dayalı bir mesleki alanının diplomalarını, kanımca bu mesleği icra etmekten aciz öğrencilere vermeyi sürdürmektedirler. Bu işi yapamıyorsanız o diplomanın hiçbir anlamı ve değeri yoktur (askerlik dışında). O diploma ile kariyer gelmez. O diploma ile sınav kazanılmaz. Mezuniyet ortalaması kâğıt üzerinde önemli gibi görünür ama başka da pek bir önemi yoktur. Sahneye çıktığınız anda ne diplomanızın, ne mezuniyet ortalamanızın, ne de hangi okulda okuduğunuzun önemi kalır. Bu yüzdendir ki konservatuvarlara talep hızla azalmaktadır. Sayıları artmakla birlikte konservatuvarlar kanımca bir yok olma süreci yaşamaktadırlar. AÜADK Müdürlüğü yaptığım sırada bir öğrenci adayının velisi şöyle buyurmuştu: “Hocam bu heriften bir şey olacağı yok, bari konservatuvara girsin!”
Sağlıcakla kalın,
Not: Konumuz olan öğrenci velisini iftira ve hakaretten mahkemeye verdim. Üç yıl süren dava sonucunda veli beraat etti.
Rektör ile Konservatuvar sekreterinin memuriyetten ihraç haberi, 07 Mayıs 2016