Başkent olmak
1453 yılında fethedilen İstanbul, Osmanlı İmparatorluğu 1 Kasım 1922 tarihinde yok oluncaya kadar imparatorluğun üçüncü ve son başkentiydi. İstanbul’un 470 yıl elinde tuttuğu bu konum 13 Ekim 1923 tarihinde Ankara'nın başkent ilan edilmesi ile sona erdi. Çeşitli kaynaklarda belirtildiği üzere başkentin İstanbul’dan Anadolu’ya kaydırılması fikrini ilk ortaya atan Alman Mareşal Colmar von der Goltz idi. Alman subay 1883 yılından itibaren 16 yıl Osmanlı Ordusunda görev yapmış, bu görevleri sırasında İstanbul'un başkent olarak kalmasının doğuracağı çeşitli sıkıntıları da aynı sonradan gerçekleşeceği şekilde öngörmüştü.
Geçmişte Ankara
Kurtuluş Savaşı boyunca ulusal mücadelenin merkezi olmakla beraber 1923 yılında henüz sıradan bir Anadolu kentiyken bir anda başkent olan Ankara aslında 17 ve 18. yüzyıllarda önemli bir ticaret merkeziydi. O tarihlerde nüfusu 100 bin civarındaydı. Bu sayı 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kıtlık ve yangınlar gibi çeşitli nedenlerle 30 bine kadar düşmüştü. 1923’e gelindiğinde artık eski güzelliğini çekiciliğini yitirmiş bir taşra kentiydi Ankara.
Ama Cumhuriyet ile birlikte bu kaderi değişecekti. Yeni başkentin çok sayıda kamu binasına ihtiyacı vardı. Mimar Gözünden Ankara isimli bir internet sayfasında bu süreç kısaca şöyle açıklanmış:
Mustafa Kemal'in Modern Türkiye'nin Modern Mimarisi politikasının en temel amaçlarından biri Osmanlı İmparatorluğu'nun geride kaldığını mimari eserler ve kent planları ile gözler önüne sermekti. Ve tüm ülkeye örnek olması adına yapılacak olan ilk çalışmalar Ankara'da başlatılacaktı. Bunun için uluslararası mimari yarışmalar açıldı ve yabancı mimarlar Ankara'ya davet edildi.
Cumhuriyetin Mimarı Ahşapustası!
Bağlantının nasıl kurulduğunu ya da Atatürk’ün bu Avusturyalı mimardan nasıl haberdar olduğunu bilmiyoruz ama mimar Clemens Holzmeister (ok. Holtsmayster) ilk olarak 1927 yılında Atatürk’ün daveti üzerine Ankara’ya geliyor. İsminin Türkçe çevirisi ahşap ustası olan Holzmeister (başlıkta ahşap ustasını neden tek bir sözcük olarak kullandığım sanırım belli olmuştur) bu tarihten itibaren Ankara için tasarladığı Milli Savunma, İçişleri, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı binaları, Genelkurmay Başkanlığı, Yargıtay, T.C. Merkez Bankası, Orduevi, Pembe Köşk, Emlak-Kredi Bankası ve elbette 1937 yılında yarışmayı kazanarak yapımı 1963 yılına kadar süren üçüncü Türkiye Büyük Millet Meclisi binası gibi Cumhuriyet’in ilk yıllarına damgasını vuran binalardan dolayı “Cumhuriyet’in Mimarı” lakabını kazanmış.
Almanya’daki kiliseler
Holzmeister 1927-1938 yılları arasında Ankara’da gerçekleştirdiği bu binaları aslen Ankara'da değil o sırada yaşamakta olduğu Viyana’daki ofisinde tasarlıyordu. 1938 yılında Nazilerin Avusturya’yı işgal etmesi üzerine İstanbul’a yerleşinceye kadar Viyana'da yaşamaya devam etmiş ve bu yıllarda Almanya’da bir dizi de kilise inşa etmişti. 2018’in, kutup soğuklarının Avrupa’yı etkisi altına aldığı bir Şubat günü bu kiliselerden birini görme şansım oldu.
Eklektik kiliseler
Avrupa'da gezerken gördüğümüz kiliselerin büyük bir kısmı "eklektik" yapılardır. Bunlardan abidevi olanların inşası, çoğunlukla sırf devasa boyutlarından dolayı yüzyıllar sürdüğü için farklı dönemlerin mimari özelliklerini taşırlar. Bazılarında ise zamanla çeşitli nedenlerle eklemeler ve değişiklikler yapılmıştır. Örneğin Barok döneme gelindiğinde, Romanesk, Gotik gibi dönemlerden kalma kiliselerin birçoğuna Barok cephe, sunak gibi Barok bazı unsurlar eklenmiştir.
Birleşik stil
Yukarıda bahsettiğim karma stilli, eklektik kiliselerin tersine mimari unsurları bir kişi tarafından tasarlanmış ve gerçekleştirilmiş bir yapı ile karşılaştım. Yapının çoğunlukla kübik, bazen de silindirik unsurları ile yalın ve düz hatları hoşuma gitti.
Kiliseye sonradan eklenmiş olan L şeklindeki iki kanat her ne kadar yapının genel karakterine uygun yapılmış olsa da beni rahatsız etti. Ben özgün ön cephenin sadeliğini tercih ettim.
Ayrıca bu eklerden dolayı önden bakarken kilisenin yan ve arka kısımlarını ilk yapıldığı şekilde görmek de mümkün değildi.
Tema ve çeşitlemeler
Kilisenin pencereleri ya tam ya da yarım dairelerdi. Sadece kulede bir daire ve kare kombinasyonu kullanılmıştı. Holzmeister, aynı müzikte olduğu gibi, bir tema almış onu işlemişti. Bronz giriş kapılarının kollarından ahşap iç kapıların kollarına ve yuvarlak pencerelerin vitraylarına kadar bu basit iki kolu eşit uzunlukta bir haç teması vardı.
Vitray pencereler
Haç tasarımı hepsinde görülmekle birlikte her biri birbirinden farklı tasarlanmış pencereler ile bir mozaiği Mönchengladbachlı sanatçı Anton Wendling 1933 yılında gerçekleştirmişti.
Sade görünümlü banklarda bile bir tasarımın parçası olduklarını görmek mümkündü.
-12°C
Öğle saatlerinde yerini bulduğum kilisenin kapıları kilitliydi. Açılış saatine henüz bir saatten fazla zaman vardı. Ödünç aldığım bisikleti kilitleyip bekleyecek sıcak bir yer bulmak için çevrede yürümeye karar verdim. Eksi 12 derece olacağı söylenen havada bisikletle gelirken ellerimi hissetmez olmuştum. Esas sürprizi ise saat 14.00'te kapılar açılıp içeri girdiğimde yaşadım.
Tırmanma duvarı
Ulusal anıtsal-tarihi yapılar listesine alınan St. Peter Kilisesi artık bir kilise değildi. 2010 yılında yapının tüm iç duvarları tırmanma duvarı olarak kaplanmış, İçi neredeyse tümden boşaltılmıştı. İçeride küçük bir büfe vardı. Yan koridorlarda da çeşitli atölyeler ve tırmanma alıştırmaları için ortamlar hazırlanmıştı. Kilisenin ana mekânı ve tırmanma duvarları
Hayal kırıklığı
Holzmeister'in Waldhausen'daki kilisesi sade mimari unsurlar içeren tasarımı ve net çizgileri ile benim çok hoşuma gitti. Prairie Ekolü'nün öncüsü Amerikalı mimar Frank Lloyd Wright'ın birçok yapısındaki mobilya, vitray pencereler ve hatta baca borusu kapağı gibi iç unsurlarını tasarlaması gibi Holzmeister'in de bu tür iç unsurları tasarlamış olmasından hoşlandım.
Mimari işlevsel bir alan olmakla beraber aynı zamanda bir sanat dalıdır da. Ofis ve lojman ihtiyacı gibi her ne tür işlevsel ihtiyaçtan dolayı olursa olsun Holzmeister 1932 yılında tasarladığı kompozisyonun sonradan eklenen yapılardan dolayı görülememesini kabul edemedim. Bir Mozart senfoninin herhangi bir işlevsel mazeretle başka bir besteci tarafından uzatıldığını ya da kısaltıldığını veya Mona Lisa'nın asılacağı duvarda çok küçük kalacağı için Leonardo'nun diklemesine oluşturduğu kompozisyonun iki tarafına aynı stilde ekler yapılarak daha geniş ve yatay bir kompozisyona dönüştürüldüğünü düşünün.
Bunları düşünürken bu durumun esasında çok da ender olmadığını fark ettim. Bir orkestra şefimiz eser hüzünlü bitmesin diye Çaykovski 6. senfoninin üçüncü bölümünü dördüncü bölümden sonra çaldırmıyor muydu? Bir başka şefimiz aynı besteci ile rüyasında konuştuğunu söyleyip bir başka senfoniye iki ölçü eklememiş miydi? Ve hatta Mendelssohn ve Schumann, Bach'ın "eşliksiz keman" eserlerini eksik bulup onlar için piyano eşliği yazmamışlar mıydı? Bu müzikal örneklerde kalıcı bir sorun yoktu. Ama bu yapıda artık özgün haline dönüş şansı kalmamıştı.Sonra bir de yapının ayrıntılı olarak tasarlanmış sanatsal unsurlarının duvarlar, paneller arkasına saklanmış olmasına takıldım. Aya Sofya'nın cami olarak kullanıldığı yıllarda üstleri sıvanarak saklanmış Bizans mozaiklerini "bunlar ileride insanlara açılacak" diyerek İsviçreli bir uzmana mozaiklerin bakımını yaptıran ileri görüşlü Osmanlı sultanını anımsadım. Yapının ruhani bir ortamdan fiziksel bir ortama dönüşerek kimliğini yitirmiş olması da beni ayrıca hayal kırıklığına uğrattı. Ama her şeye rağmen ben bu binayı sevdim. Mönchengladbach'taydım ama sanki Ankara'dan bir tanıdık ile karşılaşmıştım.
0 comments